Kötülük Kaynağı Olarak Aydınlanma

Dün dedim ki, insan iyi, dünya kötü.

Diyelim boyunuz uzun, iyi sıçrıyorsunuz, filan. Böyle bir yığın özelliğiniz var ama öyle bir mahallede yaşıyorsunuz ki, mahalle arkadaşlarınız topa benzer herhangi bir şey bulduklarında, hemen iki kale kurup, topu tepiklemeye başlıyorlar. Eh, siz de, elinizden geldiği kadar oynuyorsunuz işte. Fena değilsiniz ama öyle ciddi bir fark da yaratamıyorsunuz.

Derken, taşınıyorsunuz. Yeni mahallenizde akranlarınız, top gibi bir şey bulduklarında, hemen yüksekçe bir yere iki pota kurup, topu onlardan geçirmeye çalışıyorlar. Bu oyun başka ve sizin bu oyunda apaçık avantajlarınız var. Kısa sürede temayüz ediyorsunuz.

Tarım devrimini müteakip olan şey, az çok böyle bir şey. Bir mahalleden, tabii çevrenin tek belirleyen olduğu mahalleden, bir başka mahalleye, sosyal çevrenin oyunun önemli belirleyeni olduğu mahalleye taşındınız. Sizin donanımınız da zaten, yaprakların hışırtısından bir avcının yaklaşıyor olduğunu hissedebilecek veya bir av kaçarken ondan daha hızlı kovalayıp onu yakalayabilecek bir donanım değildi. Daha ziyade, başka insanların neler hissettiklerini algılayacak detektörlerle, onları manipüle edecek aygıtlarla donatılmıştınız. Tayin edici çevre tabii çevre olmaktan çıkıp sosyal çevre olmaya başladığında, performansınızda belirgin bir artış ortaya çıktı.

Sözünü ettiğim performans artışı iktisadi, kültürel, sanatsal… Aklınıza gelebilecek her alanda gerçekleşti. Ama şimdiki gündemimiz bunlar değil. Asıl mühimi, ne kadar iyi olduğunuz, mesela başkalarını öldürmeye veya başkalarının ölümüne sebep olmaya ne kadar gönülsüz olduğunuz, başkalarının yaralarına merhem olmaya ise ne kadar hevesli olduğunuz ortaya çıktı. İyilik performansınız, gözle görülür bir artış sergiledi yani. Bugün bunu kâfi bulmuyorsunuz, muhayyel bir “iyi insan” ile mukayese edip aramızdan bazılarının ona ne kadar uzak olduğunu da gözleyip, hayıflanıyorsunuz, bir itirazım yok. Ama daha iyi olmayı hayal edip, beklediğiniz kadar iyi olmadığımızı tespit edince hayal kırıklığına uğramanız da, insan türünün ne kadar iyi olduğunun bir göstergesi. İyiliğe doymuyor.

İmdi…

Burada karşımıza üç mesele çıkıyor.

Birincisi, dün özetlemeye çalıştım, sosyal çevrenin belirleyici olması durumunda geleneksel kıtlıkları, kötülüğe sebep olan kıtlıkları aşsak bile, başka kıtlıklar, sosyal kıtlıklar zuhur ediyor. Onu da sürekli geriletiyoruz gerçi ama size —yeterince hızlı geriletemediğimiz için— kâfi görünmüyor olabilir.

İkincisi, bugüne kadar başarmış olduklarımız, en azından bazılarında, her şeyin başarılabilir olduğu zannına yol açıyor. Ne tür bir ortamda ne tür bir donanımla varlığımızı sürdürüyor olduğumuz gerçekliği ihmal edilebiliyor. Bazı sınırlılıkları ortadan kaldırabilmiş olmamız, her türlü sınırlılığı aşabileceğimiz zannına kaynak olarak kullanılıyor. Dolayısıyla, kötülüğün topyekûn ortadan kaldırılabileceği hayallerini besliyor. Bu tür hayaller, daha önce defalarca tartıştım, çok büyük kötülüklere kaynaklık edebiliyor.

Üstelik de…

Mesela Ümit Kıvanç’ın geçenlerde sözünü ettiğim yazısındaki gibi, insan türü yeterince mütevazı olmamakla suçlanıyor bir yandan. Ama aynı eleştiriyi dile getirenler aslında, kötülüğü kategorik olarak kaldırmasını talep ediyor insanoğlundan. Kimseyi ikiyüzlülükle suçlamıyorum. Russell mesela, son derece mütevazı bir programı olan bir insandı. Whitehead’la birlikte devasa ölçülerdeki Principia Mathematica’yı yazarken, sayı teorisini sıfırdan inşa etmek gibi, kendi bakış açılarına kalsa robotça sayılabilecek, robotların bile yapabileceği bir işe soyunmuşlardı. Sıradan birer amele idiler. İnsan mütevazı olmalıydı ama insan organizasyonları… Onlar her şeye kadir idiler. Böyle amelelikler birikip, hayatın sırrını çözmüş bir matematiğe ulaşılacaktı.

Bir yanda eşsiz bir tevazu ve ona eşlik eden eşsiz bir kibir. Bizi kötülüğün kökünü kazıyamamış olmakla suçlayanlar da, bence, tastamam aynı zihin tutulmasından mustaripler. Kibir kötüdür. Bir insanın kibri, başta kendisi olmak üzere bir yığın kişinin kötülüğe maruz kalmasına yol açar. Ama bir örgütlülüğün kibri, bir örgütlülüğe aşırı vasıflar vehmetmek daha da kötüdür. İnsan türünün sınırlılıkları var ve hep olacak.

Buradan üçüncü meseleye geleyim —asıl derdim olan meseleye…

Sosyal çevrenin önemli bir belirleyen olmaya başlamasıyla birlikte, örgüt yapıları çeşitlendi. Hemen her durumda, yeni örgütlerimizin hemen hepsi, ilave düşey boyutlar kazandı. Sosyal dokular hızla ve olağanüstü karmaşıklaştı. Geleneksel “bey ve tebaası” sadeliğindeki örgütlenme anlayışının gerilemesiyle birlikte zuhur eden karmaşık örgütlenmeler —daha önce de işaret ettiğim gibi, toplumun bilgi işleme kapasitesini dramatik bir biçimde artırdığından— sosyal dokuların verimlerini de müthiş artırdı. Daha doğrusu, bu karmaşıklaşmayı becerebilen toplumlarda öyle oldu. Son derece kısa süre içinde, Batı Avrupa ile dünyanın kalanı arasında, daha önce benzeri görülmemiş bir fark ortaya çıktı.

Uzaktan bakıldığında, farkın kaynağı görülmüyordu —nasıl sizin sinir sisteminizin karmaşıklık seviyesi sizin davranışlarınıza bakarak görülmüyorsa… Ama artık Batı Avrupa dışındaki toplumların önünde bir model vardı. Herkes kendi kavlince onları taklit etmeye çalışıyordu.

Bir parantez açayım izninizle…

Simone de Beauvoir denemelerinin birinde voleybolu mevzu eder ve “topu atacaksınız, sonra yine size geleceğini bile bile yapacaksınız bunu” diyerek yapar bu işi. Tekrar size geleceğini bile bile topu atmanızda bir tuhaflık bulur. Okuduğumda çocuk sayılırdım ve sokakta voleybol oynadığımız da oluyordu. Yapığımız işte herhangi bir tuhaflık görmemiştim. Benim tuhaflık görmediğim yerde tuhaflık bulunmasına, benim aklıma gelmeyen soruların sorulmasına genellikle minnet duyarım. Bu hadisede öyle olmadı. Attığınız topun geri dönecek olmasını mesele etmenin budalaca olduğunu düşündüm. (Gerçi Beauvoir kendi meselesini nasıl çözümlemişti, nereye varmıştı hatırlamıyorum, haksızlık da etmeyeyim.) O denemeyi okurken benim zihnimi meşgul eden şu olmuştu: Bu meseleyi mesele eden zihin nasıl bir zihin olmalı? Nasıl bir zihne burada bir tuhaflık görünür?

Bu soruya verdiğim cevap da, kabaca, şöyle bir şeydi: Süreçleri ıskalayıp neticeye odaklanmış bir zihin olmalı bu. Ve o sayede, netice denen şeyin ne kadar beyhude olabileceği neticesine, genç yaşta varmıştım. Fizikte a noktasından b noktasına bir kütleyi götürdüğünüzde bir miktar iş yapmış olursunuz, noktalar arasındaki mesafe ve yükün kütlesi gibi değişkenlere bağlı olarak. Aradaki yolu nereden dolaşmış olduğunuzun bir manası yoktur. İster uzun yoldan, ister kısa yoldan ulaşın b noktasına, yaptığınız iş miktarı aynıdır.

Ama fiziğin terimleriyle açıklanamayacak şeyler var. Mesela —sık verdiğim misalle— Kızılırmak, Karadeniz’de nihayet döküleceği noktaya yaklaşık yüz kilometre mesafeden doğar, denizden uzaklaşıp güneydoğuya, sonra güneybatıya, sonra kuzeydoğuya doğru —toplamda yüzlerce kilometrelik— devasa bir yay çizer ve nihayet kuzeye yönlenip Karadeniz’e kavuşur.

Şimdi parantezi kapatayım.

Batı Avrupalılar, böyle devasa bir yay çizip bir yerlere ulaşmışlardı. Diğerleri de ulaşılan o noktayı, daha doğrusu böyle bir noktaya ulaşmış olmayı mistifiye ettiler. Hâlbuki Kızılırmak doğduğu yerden doğrudan denize döküldüğü yere yönlense, Kızılırmak olmaz. Denize taşıyacak o kadar su, Kızılırmak’ın kaynağında yok bir defa, yolu boyunca muhtelif suları toplaya toplaya Kızılırmak oluyor, İlaveten, Kızılırmak’ın yaptığı iş suyu denize ulaştırmak değil, yolu boyunca çorak toprakları sulamak. Meseleye insan açısından bakarsak böyle ve zaten de Kızılırmak’a bir anlam atfeden, ona şiirler yazan, türküler yakan da insanlar.

Şimdi, tam da bu noktada, ikisi paralel gelişen iki şeyi birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Yukarıda dediğim gibi Batı Avrupa’da işi, sosyal örgütlenmedeki karmaşıklaşma yaptı. Ama “biz bu işi nasıl başardık” sorusuna Avrupalılar, “Yunan düşüncesi sayesinde” gibi tuhaf bir cevap verdiler. Örgütlenmenin karmaşıklaşmasına paralel olarak, bir başka damarda da, nihayetinde Aydınlanma olacak olan —büyük ölçüde Platon’dan mülhem— bir kavram haritası gelişti yani. Gerek Avrupalılar ve gerekse Avrupalılara imrenenler, o kavram haritasına hak etmediği bir değer verdiler.

Neticede Avrupalılaşmak hevesinde olanlar, Kızılırmak’ı “kestirmeden” denize ulaştıracak kanallar yapmaya soyundular. Mesela Türkiye Cumhuriyeti, tam da böyle bir şey. Suyun kendi haline bırakılıp kendi yolunu açması yerine bir yerlerde birilerinin suya istikamet vermesi, voleybolda yine size dönecek bir topu karşı sahaya atmayı bulantı verici bir manasızlık olarak gören zihinler için çok manalı görünüyor. Neticeye ulaşmamız gerekiyor, bir an önce ulaşmamız gerekiyor, kestirmeyi de biz biliyoruz. O halde neden öyle uzun ve manasız bir yay çizmesini bekleyelim ki…

Bir vakitler kötülüğün esas kaynağı, yeryüzünün yetersizliği idi. Sonra başka kaynaklar ön plana çıktı. Birkaç yüzyıldır ise esas kötülük kaynağı, tam da bu kavram haritası —yani Aydınlanma. Kızılırmak’ın doğduğu yerden Karadeniz’e bir kanal açtığınızda… Bir defa su yetersiz, kimseye yetmiyor. Başka yerlerde doğup, Kızılırmak’a karışacaktı olan sular, yolu açmak için kifayetsiz kalıyor, buharlaşıp uçuyor. Ve ortada Kızılırmak olmayınca, çorak topraklar sulanmamış oluyor.

İş yapıldı mı? Yapıldı. Yine de istediğimiz netice hâsıl olmadı. O halde toplumda iş yok.

***

Uzadı ama günümüze bağlamazsam eksik kalacak.

Bütün bu süreç boyunca Türkiye’de sosyal örgütlülükte az çok bir karmaşıklaşma zuhur etti. Birbirinden bağımsız ve iyi kötü birbirini denetleyen muhtelif düğümler oluştu ve birbirleri ile az veya çok temas etmeye başladılar. Derken 12 Eylül geldi ve bu karmaşık yapıları giderip, siyasi partileri, üniversiteleri ve gücünün yettiği başka nereler varsa hepsini “basitleştirdi”. “Tepede biri ve aşağıda da diğerleri” olmak üzere… Yaptıkları şeye bakıp “ne güzel oldu” diye gururlandıkları da anlaşılıyor. Her yer ordu gibi olmuştu, ne güzel. Kâğıt üstünde de çok güzel görünüyordu —sayın ki Kızılırmak’ın kaynağından Karadeniz’e dümdüz bir kanal açılmış, sizce de çok dümdüz, çok şık değil mi?

O günden bu yana, toplumun muhtelif yerlerinde kaynayan kaynakların hiçbiri yatağını açamıyor ama orada burada doğan, şuraya buraya akan, kendi başlarına bir şeyler yine de vardı. Erdoğan kâfi gücü konsolide ettiğine inandığı 2011’den bu yana, onlara da tahammül etmiyor. Son Anayasa değişikliği ile de, toplumun tamamı aşırı “basitleştirildi”. “Tepede bir adam ve hepimiz” şeklinde. Daha önce demiştim, asıl meselemiz Erdoğan değil. Yeni Anayasa’nın öngördüğü siyasal örgütlenme tarzı, kendi başına, sayısız kötülüğün kaynağı olacak. Mesele, toplum organizmasının sinir sisteminin, organizmanın karmaşıklığı ile hiç nispeti olmayacak ölçüde sadeleştirilmiş olması.

Böyle bir organizma yaşamaz. Yaşamazsa ne olur? Ölür. Organizmanın ölmesi ne demek? Bir yığın hücresine şimdiden kan gitmiyor ve onlar ölüyor. Onlara durmaksızın yenileri eklenecek ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak ölecek.

İyi de… Bu kadar ahmakça yapılandırılıp, sadeleştirilip duran bir şeyin ölmesi, adil değil mi? Ölmese, bu kadar kötülük kaynağı olarak hep yaşasa… Daha kötü değil mi?

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin