Marks’ın Müjdelediği Mehdi

1989 yılında Anadolu Üniversitesinde Bilgisayar Destekli Eğitim Birimini kurdum. Çok geçmeden MEB bir pilot proje başlattı ve muhtelif donanım firmalarıyla anlaştı. O donanım firmaları, öğretici yazılımı ürettirmekten de mesuldü ve IBM bizimle anlaştı. IBM’in hissesine düşen öğretici yazılımları biz yaptık. İki dersin yazılımlarının üretimi mukabili, Üniversite şirketleri, IBM’den, yanlış hatırlamıyorsam bir milyon dolara yakın bir para aldı.

Bir vakittir tartışmaya çalıştığım hususlar, aklıma, o vakit düşmüştü.

İmdi… Bilgisayar Destekli Eğitim nedir, nasıl olmalıdır, olmalı mıdır ve saire soruları es geçiyorum. Otuz kişi bir araya gelmişsiniz, diyelim ki lise birinci sınıf Fizik dersinin müfredatını bilgisayarla öğretecek bir yazılım geliştirmişsiniz.

Hâlihazırda iş, kitaplar yardımıyla ve öğretmen marifetiyle gerçekleştiriliyor. Diyelim her otuz öğrenci için otuz kitap basmanız ve başlarına bir öğretmen koymanız icap ediyor. Üretilen değer? Otuz öğrencinin Fizik müfredatını öğrenmesi. Artık ne kadar öğrenebiliyorlarsa… Değer üretiminde kullanılan kaynaklar ne? Bir öğretmenin haftada şu kadar saati, kitap yazım maliyetleri ve kitap basım ve dağıtım maliyetleri. (Basitleştirdiğimin farkında olduğumu söylememe, umarım lüzum yoktur.) Öğretmenin maliyetleri her yıl, her otuz öğrenci için, tekraren tahakkuk ediyor. Kitap yazım maliyetleri, MEB kitabı değiştirmeye karar verene kadar, yıllarca ve milyonlarca öğrenci için “bir defa” tahakkuk ediyor. Kitap basım ve dağıtım maliyetleri ise her bir öğrenci için ayrı ayrı tahakkuk ediyor.

Şimdi bir paragraf geriye dönelim. Otuz kişi bir araya gelmişsiniz, diyelim ki lise birinci sınıf Fizik dersinin müfredatını bilgisayarla öğretecek bir yazılım geliştirmişsiniz. Her derslikte öğrencilere yetecek kadar bilgisayar var ve her öğrenci her dersi bilgisayar yardımıyla öğreniyor olsun. Öğretici yazılımı bir merkezden okulların sunucularına yükleyelim. Aynı miktar değer ürettiğimizi varsayalım —ki değer “öğrenme” olsaydı, iyi yazılımlar vasıtasıyla çok daha yüksek ve üstelik standart değer üretilebilirdi ama biz bunu ihmal edelim. Kaynaklar ve dolayısıyla da maliyet kalemleri ise kökten değişti. Öğretmen maliyeti yok. Kitap basım ve dağıtım maliyetleri yok. Onların yerine bilgisayar donanım maliyetleri ve yazılım üretme maliyeti var. Bilgisayar donanım maliyetleri, eğer bir öğrencinin lise hayatı olan dört yıl bilgisayarın ekonomik ömrüne denk geliyorsa, öğrenci başına bir bilgisayar olarak hesaplanabilir ve Lise 1 Fizik dersinin hissesine de, dört yıllık müfredatta Fizik 1’e ne düşüyorsa o düşer.

Ya yazılım maliyeti? Bir defa ürettiniz. Hepsi o.

Fiyatı? Eğer sadece otuz okulda kullanıyorsanız başka, bütün okullarda kullanıyorsanız başka, sadece dili değiştirip dünyanın başka ülkelerinde de kullanılmasını sağlarsanız başka… Çoğaltılmasının maliyeti neredeyse sıfır olan bir üründen bahsediyoruz. Ama ilave nüshaların ayrıca fiyatlandırılmasına alışılmış bir ekonomik kültür içinde yapıyoruz bu işi.

Durum tuhaf. Bildiğimiz kavramlarla açıklanabilir bir şey değil.

  • Bildiğimiz kavramları “uydurur” kullanırız. Emek mühim. O yazılımı “üreten” emeğin değeri verilmeli, istismar edilmemeli. Peki… Mesela bu yıl bir milyon öğrenci kullandı yazılımı ve daha önceki teknoloji ile iş yapılırken öğrenci başına, Fizik 1 dersi için, diyelim yüz lira maliyete katlanıyorduk toplum olarak. Burada bilgisayarın maliyetinin Fizik 1 dersine düşen hissesi elli lira olsun. Kırk lirayı toplumsal olarak tasarruf etmiş olalım. On lira ödeyelim yazılım için. Yılda on milyon lira. Seneye bir daha on milyon, sonra yine on milyon… Çok oldu. Eşitsizlik. Yazılımı üretenler ile derslikleri temizleyen görevliler arasındaki uçurum büyüdü. Ne yapacağız şimdi?
  • Bildiğimiz kavramları kullanırız, şartlara uydurmaya filan da çalışmayız, çünkü zaten bildiğimiz kavramları “zorlayan” işleri işlemeyiz. Emeğin yerine “makine” mi kullanılırmış? Koyarız öğretmenleri yine dersliklere… Sonra mızmızlanmaya başlarız, “ama filancanın öğretmeni çok iyi, bizimkinin öğretmeni hiçbir şey bilmiyor, zaten sınıfta da ayrımcılık yapıyor” filan…
  • Bakanlığın kısmen yaptığını yaparız. “Şu kadar ödeme yaparım, aldığım ürünü istediğim sayıda çoğaltır, istediğim süreyle kullanırım” deriz. Üreticinin yarattığı değere sabit bir fiyat koyar, yani… Artı değerine el koyarız. Sorarlarsa da “sosyalistiz ya” deriz.

Neticede, siz Britannica yerine Wikipedia kullanmaya başladığınızda, bir yığın şey altüst oldu. Bir defa “telif” denen şey için para ödenmiyor. Kâğıt ve baskı masrafı yok. Değer? Arttı. Olağanüstü seviyede arttı. Bir defa ansiklopedideki madde sayısı inanılmaz bir biçimde arttı. Her maddenin muhtevası hem derinleşti hem de hep güncel kalıyor. Ansiklopedi “her eve” girdi, daha önce ansiklopedi kullanmayanlar da kullanıyor. Ve saire… Marks’ın dediği şey oldu yani, herkes kabiliyeti oranında üretime katkı yapıyor, ihtiyacı oranında da hissesini alıyor.

Yani cennet.

Marks’ın dediği şey oldu. Marks’ın dediği yoldan olmadı. Bu hal de, kendisini Marksist, sosyalist ve sair sıfatlarla tavsif edenlerin, Marks’ı —eğer okumuşsa— Kur’an okur gibi okumuş olanların hoşuna gitmedi. İlk günden başlayarak Britannica’ya olmayacak kıymetler vehmederek övgüler düzmeye koyuldular, Wikipedia’yı yerin dibine sokmak için olmayacak bahaneler buldular.

Meselemiz bu. En azından benim meselem bu. Bu hususta ilk günden başlayarak tartışageldiğim insanların meselesi ise… Benim Marksist olup olmadığım. Sosyalist olup olmadığım. Eşitsizliklere karşı sesimi yükseltmiyor olmam —onlar öyle görüyorlar. Dünyada yaşanan zulmü görmezden gelmem —öyle de görüyorlar. (Başkaları için de mesele, benim Müslüman olup olmadığım, Türk olup olmadığım filan.)

Bu uzun, manasız, meşakkatli güzergâhın ulaştığımız noktasında, eminim ki hepsi Wikipedia’yı kullanıyorlar, raflarında geniş bir yer kaplayan Britannica’larını —eğer bodruma atmadılarsa— Belediyeye hibe ettiler. Bir şeyler oldu. Olmamış gibi yapıyorlar. Olmamış gibi yapalım istiyorlar. Olmamış gibi yapmazsak, kendi tenhalarında, anamızdan doğduğumuza pişman ediyorlar. Ama sorarsanız, bilimden yana olan, insanlığın topyekûn mutluluğundan yana olan, bu uğurda fedakârlıklarda bulunan, acı çeken, zulme uğrayan hep onlar.

Marks’ın dediği şey oldu. Marks’ın dediği yoldan olmadı. Dürbünlerini yola doğrultmuş, Marks’ın müjdelediği Mehdi’yi gözleyenler, ayaklarının altındaki zeminin kaydığını hissediyorlar ve… Öfke püskürüyorlar. Şunlar işsizken bunlar şu kadar kazanıyormuş, şurada şöyle zulüm varmış, burada… Neyse…

Bu sayfalar şahit, zulmün her türlüsüne muhalifim. Herkes kadar, belki de bağırıp çağıranların çoğundan daha çok canım yanıyor. Ama… Âlemin minarelerini ben doğrultmazsam, urganın bir ucundan çekenlerin arasında ben yoksam, minarelerin eğri kalmak zorunda olduğu gibi bir varsayımım yok. “Kendiliğinden” işleyen bir takım süreçler var. Harvard’da Business School açılmadan, işleri “yönetmek” bir bilim olarak tarif edilmeden önce de başarılı işletmeler vardı. Sonrasında, onca “bilimsel” birikime rağmen, her yıl açılan işletmelerin bir yıl içinde iflas edenlerinin oranı anlamlı bir biçimde düşmedi. Biz “aklımızla” müdahil olmadan da bir şeyler oluyor. Aydınlanmacılar, kendilerini sosyalist olarak niteleyenler dünyayı “düzeltmek” için kollarını sıvamadan önce de insanlık kralları devirdi, daha insani, daha adil düzenler geliştirdi. İki ileri bir geri gitti, evet. Öyle gidiyor ve öyle gidecek. Ama bütün ipler işbu Aydınlanmacıların eline verilirse… Maazallah. Hep geri gidecek.

***

Dünyanın mevcut halinden memnun mu olmalıyız? Bilmemem, herkes kendi bilir.

Dünyanın mevcut halinden memnun muyum? Tekrarlamam gerekiyorsa, hayır, değilim. Bilhassa Türkiye’nin halinden hiç memnun değilim, hatta son derece endişeliyim.

Ama…

Dünyanın mevcut halinin rahatsızlık veren yanları, so-called kapitalistlerin veya kapitalizmin marifeti değil. Ortada, kendilerine sosyalist diyenlerin öcü olarak tarif ettiği, her lafın başında zikrettikleri şeytani bir “fail” olarak kapitalizm diye bir şey yok. Kapitalizm kötü, hiç itirazım yok. Çünkü rekabetçi değil. Çünkü —Thurow’un tabiriyle— “kazanan her şeyi alır” kapitalizmi halini aldı. Çünkü… Listeyi istediğiniz kadar uzatabilirim ama süpermarket zincirlerinde üç otuz paraya köle gibi çalıştırılanlar dışında, Çin’de anası bellenenler dışında, yaygın ve genel olarak, emekleri sömürülen işçiler ödemiyor kapitalistlerin vurgununu. Daha mühimi, dünyada yaratılan toplam değerin içinde emeğin hissesi son derece düştü ve düşmeye de devam ediyor.

“E ama biz zaten robotları da emeğin yoğunlaşmış hali olarak tanımlıyoruz” filan gibi kavramlaştırmalara itirazım yok. Ama bir zamanlar harcanmış emeğin bugün robot halini almış ürününün yarattığı değerden, sadece bugünün kapitalistleri değil, bugünün işçileri de nemalanıyor. Ve biz, aslında pekâlâ robotların yapabileceği işlerde, hâlâ, sosyal problemler tırmanmasın diye, insanları istihdam etmeyi sürdürüyoruz.

Filan.

Bu “teknik” meseleler, meselenin teknik boyutu, bence, ziyadesiyle mühim. Ama esas mesele o da değil. Esas mesele, bugünleri ırgalıyor olan mesele, bence, şu: “Bu gidişat hiç hoş değil, eşitsizlikler büyüyor, behemehâl takoz olmalıyız, sistemin yeniden istihdam üretmeye başlamasını sağlamalıyız” deniyor veya ima ediliyor. Yani kendilerini “tasarım” makamına atamış birileri, işsizlere iş bulunmasını sağlayarak, problemleri çözmeye çalışıyorlar. Robotların yapabileceği işleri insanlara yükleyerek, onlara “iyilik” yaptıklarını düşünüyorlar. Kendileri ise, elbette, o “yapılmasa da olacak işler”e talip değiller.

Ve bu —yani başkaları adına karar verme yetkisine tabii olarak sahip olduklarını varsaymak— “eşitsizlik” olmuyor, hanımefendilere, beyefendilere göre…

Kararları kendileri verecekler, başkaları çalışacak ve memnun olacak. İnsanlığın “tabii hali” bu, öyle görünüyor olmalı malum zevata…

Ama değil.

Eşitsizlik insanlığın tabii halidir —en azından ben öyle kabul ediyorum. Hiçbir insan teki bir diğerine “eşit” değildir. İyi ki değildir. Pek az insan vardır, kendisinin başkalarına veya başkalarının kendisine “eşit” olmasını talep eden —eğer varsa. Ama “kendileri hariç” herkesin birbirine eşit olmasını bir ülkü haline getirmiş bir yığın insan var —kendilerine sosyalist diyorlar. Kendileri hariç, çünkü başkalarını eşitleme, herkese yerini gösterme makamı onlara ait. Onların o makamdan “gösterdikleri” yeri sevmemişseniz, mesela Alzheimer tedavisi değil de sertleşme tedavisi talep ediyorsanız… Ya ahmaksınız, ya vurguncu veya beyni yıkanmış…

Sosyalizm bu değil. Hiç olmadı. Kendi içinde bir yığın eksiği, gediği, kusuru vardı ama hiçbir vakit böyle manasız bir şey olmadı.

Dünya, halinden memnun olunacak bir dünya değil. Daha iyi bir dünya mümkün. Ama dünyanın mevcut halleri, öyle kapitalizm failinin şeytani işlerinin eseri filan değil. Kapitalizm diye bir özne mevcut olsaydı, diyebilirdik ki, şimdi o da en az her birimiz kadar şaşkınlıkla seyrediyor olmalıydı olup biteni. Dünyada üretim ilişkileri, tüketim kalıpları, bütün “maddi-gerçekler”, baş döndürücü bir hızla altüst oluyor. Cinsellik bile tarihin herhangi bir safhasında yaşanmış bütün formlarından bambaşka mecralara sürüklendi, daha ne olsun! Dünya faz değiştiriyor. Her faz değişiminde yaşandığı gibi, birbiri ile çelişiyor görünen yığınla dinamik işliyor. Yepyeni sosyolojik katmanlar zuhur ediyor. Olağanüstü bir bilgi üretimi ve difüzyonu var. Akla gelmeyecek maharetler ediniliyor.

Benzeri daha önce hiç görülmemiş bu çeşitlenme ve çiçeklenme döneminde, birileri, şöyle derin akıllarıyla, her şeye nizam vermeyi hayal ediyorlar. Bilgilerinin evrensel olduğunu varsayarak… Yetmişlerde öğrendikleri ve hayatlarına mana kattığı için çok sevdikleri bir şeyleri, kendi yaşadıkları hayatla test etmeye bile ihtiyaç duymadan, yanlarında taşıyıp durmuşlar. Yanlarında taşıdıkları şey iş görmüyor, çözemiyorlar başlarına/başımıza geleni. Sağda solda fail arıyorlar.

Veya…

“Ah, siz de benim gibi olacak, bu derin hassasiyetleri paylaşacaktınız ki” edalarıyla…

Her halükarda, ağızlarından eşitlik lafını düşürmeden, âleme ahlaki üstünlük taslıyorlar.

Dünyayı altüst eden ve hepimizin başını bir biçimde ağrıtan dalga çekildiğinde geriye ne kalacak, bilmiyorum. Ama bu zevatın tamamını önüne katıp götüreceğinden neredeyse eminim. Artık tahmine mi sayarsınız, temenniye mi… Bilemem.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin