Milli Spor
Zat-ı Şahaneleri buyurmuş ki, “birileri ısrarla bu ülkenin tarihini 1923’ten başlatmaya çalışıyor…”
Adam haklı. Memlekette ısrarla tarihi 1923’ten başlatmaya çalışan birileri var ve uzun süredir varlar.
En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim de sonra rahat rahat devam edelim: Memleketi bu içinden çıkılmaz labirente, tarihi ısrarla 1923’ten başlatanlar soktular. Bazen açık ama çoğu zaman örtülü iktidarları boyunca yapıp ettikleriyle. Türkiye’nin bir istikbali olacaktıysa, tarihi ısrarla 1923’te başlatanların geriletilmesi ve tarihin sürekliliği olan bir şey olduğunun devlet tarafından kabul edilmesiyle olacaktı.
Ama öyle olmadı. Tarihi ısrarla 1923’te başlatanlardan şikâyet eden malum zat, tarihi ısrarla 1923’te bitirenlere “yürüyün, kim tutar sizi” dedi.
Yani?
Ortada apaçık iki ahmaklık var. Apaçık bir gerçekliği, tarihin sürekliliğini inkâr eden iki kesim var. Bize, ahmaklar arasından ahmak, ahmaklıklar arasından ahmaklık tercih etmemiz dayatılıyor.
Nokta.
***
Şimdi…
Önce şu iki kesimi bir tanıyalım.
Bir.
Tarihi 1923’te başlatanlara göre, öncesi karanlık çağlar. 1923’te aniden bu topraklarda bir şey doğdu. Yok, “doğdu” demek doğru değil, çünkü doğmuş olması için doğurulmuş olması, en azından bir anası olması lazım geliyor. Öyle işte… Bir mucize oldu, anasız babasız bir şey hâsıl oldu.
Oldu da ne oldu? Bu topraklar ondan önce Ortadoğu bataklığı denen şu mide bulandırıcı coğrafyanın bir parçası iken birden… Medeniyet güneşiyle aydınlandı. Yani dünya, bildiğiniz gibi, “medeni dünya” ve “haritası çıkarılmamış diğer yerler” olarak ikiye bölünmüştü ya, Türkiye 1923’te, haritası çıkarılmamış diğer yerlerden medeni dünyaya transfer oldu.
Türkiye’nin bu mucizevi transferini bütün dünya (yani siz onu “bütün medeni dünya” olarak okuyun çünkü dünyanın kalanının kanaatinin kıymetiharbiyesi yok) alkışladı. Hayran kaldılar bize. “Vay nasıl yaptılar” dediler. Time’e kapak olduk, yaa… On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan. O hızla gitseydik… Üüf. Damarlarımızdaki asil kan sayesinde uzaya ilk giden biz olacaktık diyeyim, gerisini siz tamamlayın.
O hızla gitseydik… Gidemedik. Neden? Çünkü damarlarında pek de asil bir kan dolanmadığı besbelli olan bazıları, bütün dünyanın alkışını kazanan müthiş mucizeyi idrak edemediler. Israrla Ortadoğu bataklığına mensup kalmayı tercih ettiler. Bizim kendilerinden önce uzaya gideceğimizi fark eden adi emperyalistler (bahse konu olan öznenin, hikâyenin bu noktasına kadar “medeni dünya” olarak adlandırılan özne olduğunu hatırlatayım), kanı bozuk bu Ortadoğuluları örgütleyecek adamları satın alıp… Karşıdevrim filan, anladınız işte.
İki.
Uzak ve uzak olduğu için konturları pek de net görünmeyen bir tarihte Türkler İslam’ı kabul ettiler ve dünya için yepyeni bir safha başladı. Allah öyle murat etmişti ki, İslam’la müşerref olmuş olan Türkler dünyaya vaziyet etsinler, Allah’ın kulları da uzun süredir yaşadıkları sıkıntılardan kurtulup bir nebze soluk alsınlar. Bu kutlu vazifeyle vazifelenmiş olan biz, peygamberin müjdelediği kutlu işi yapıp, İstanbul’u alıp…
Sonra, uzun süre, dünyayı adaletle yönetip, cümle kavimlere müreffeh ve mutlu bir hayat sağladık. Lakin şeytan de boş durmuyordu. Allah’ın muradı olan olmuştu ama şeytan dünyanın böyle Türkler tarafından adaletle yönetilmesine, ebediyen öyle gitmesine elbette rıza gösteremezdi. Haçlıları bir defa daha bir araya getirdi. Teker teker gelseler namussuzlar, asla bileğimizi bükemezlerdi. Aslında hepsi bir araya gelseler de bükemezlerdi, olsa olsa donanmamızı yakar, sakalımızı tıraş etmiş olurlardı. Hâlbuki biz, mukabil olarak mesela Kıbrıs’ı alır, onların kolunu keserdik.
Eh, teker teker olmadı, hepsi bir araya geldiler olmadı. Nasıl olacak? Olmayacak mı yoksa? Şeytan imanlı Türk’ün karşısında çaresiz mi kalacak? Kalmadı. Yeni bir tezgâh kurdu, içimizden bazılarını satın aldı. Tanzimat, manzimat derken… Bildiniz işte, bizi gâvurlaştırdı. Nihai zaferini de 1923’te ilan etti. O yıl tarihin saati durdu. Ne vakit ki biz yeniden kendi kimliğimizi bulup, misyonumuzu hatırlayıp üstümüze düşeni yapmaya başlayacağız, saat yeniden işlemeye başlayacak.
Biz âleme nizamat verirken ne iyiydi. Herkes önümüzde eğiliyordu. Süleyman Fransa Kralına name gönderip… Bilirsiniz işte, dansı yasaklatmış, Fransa’nın bile ahlakını kurtarmıştı. Şimdi dünyanın paryası olduk. O Fransızlar, İngilizler, şimdi de Amerikalılar bize ne yapmamız gerektiğini söyleme küstahlığını sergiliyorlar.
***
İki hikâyenin pek çok ortak noktası var. Büyük bir bölümü yukarıdaki özetlerde çok belirgin değil. Onları da daha belirgin kılacak şekilde yeniden kurulabilir hikâyeler ama bugünkü derdim iki hikâyenin ortaklıklarını göstermek değil. İki hikâyenin ortak noktalarından sadece birini belirginleştirmek istiyorum: Saygı ihtiyacı. İlkine göre biz dünyanın saygı göstermediği bir hasta adamdık, 1923 ile birlikte saygıdeğer bir özne olduk. İkincisine göre ise biz dünyanın saygı gösterdiği, en azından saygı göstermek zorunda olduğu bir özne idik, parya halini aldık.
Hiçbirimiz fanus içinde yaşamıyoruz, hepimiz için başkalarının bizim hakkımızdaki kanaati mühim. Fertler için öyle olan, toplumlar için de öyle… O “başkalarının kanaati” dediğimiz şey, rızkımız da dâhil hemen her türlü değişkenin değerini tayin etmekte de çok belirleyici ayrıca. Yani hiç manasız bir takıntı değil saygı görme ihtiyacı.
Mesele şu ki, rüyalarımızda bile “saygı, lütfen birazcık saygı” diye sayıklıyor olsak da, uzunca bir süredir saygıdeğer değiliz. Kimsenin bize saygı gösterdiği yok ve ilaveten saygıyı hak ediyor filan da değiliz. Zaten kendimize de saygımız yok.
İşler burada çatallanıyor. Saygı görmeye ihtiyacımız var. Görmüyoruz. Görebilecek gibi de görünmüyoruz. Bu rezil, katlanılmaz pozisyona katlanmayı sürdürebilmek, bu sabah da yataktan kalkmaya bir bahane bulmak için, neden saygı görmüyor olduğumuza bir açıklama getirmek zorundayız. Normal şartlarda bir arada pekâlâ yaşayabilecek iki manasız hikâye ile bölünmüş olmayı bu kadar trajik ve tehditkâr hale getiren de, o açıklama ihtiyacı. Birinci hikâyenin peşinden gidenler faturayı ikincilere, onlar da birincilere çıkarıyor. Neticede problemlerimiz çözülmüyor ama her iki kesim de kendisini temize çıkarabiliyor.
Herhalde belirtmem gerekiyor, tarihin sürekliliğini inkâr etmek ahmaklıktır ama bütün toplumların benzer ölçüde ahmaklık sayılacak başka inkârları var. Ahmaklık yapan herkesin soyu kurusaydı, dünyada —bırakın milyarlarcayı— birkaç insan bile yaşıyor olmazdı. Dolayısıyla, emniyetle söyleyebiliriz ki, ahmaklık ölümcül bir risk taşımıyor.
İlaveten… Böyle —bir biçimde— ikiye bölünmüş halde yaşayan da bir biz değiliz. Aslında ikiye ve sonra bir daha ikiye filan bölünmek işin tabii hali. Üstelik ikiye bölünmüşlüğümüz de yeni bir hal değil, en azından yüz elli yıldır tam da bu bölünmüşlükle yaşadık. Yani ikiye bölünmüş olmak da ölümcül bir risk taşımıyor. Aksine, toplumlar ikiye bölünür, tarafların ikisi arasında bir gerilim doğar, o gerilimden hasat edilen enerjiyle de yol alınır. Ama gerilim bir eşiği geçerse? İki kutup arasındaki voltaj farkından enerji elde edip makinelerimizi çalıştırırız. Ama voltaj farkı bir eşiği geçerse, yıldırım olur. Düştüğü yeri yakar.
Bana kalırsa Türkiye’deki gerilim, fayda üretebilecek seviyeyi çoktan geçti. Türkiye yanıyor ve yangının büyümesine mani olunabileceğine dair herhangi bir işaret görmüyorum. Umarım benim görmeyi beceremediğim bir yerlerde bir yangın söndürücü vardır.
***
Bu tespitlerden sonra bir adım geri atayım.
İki kesim var ve her ikisi de hepimiz adına saygı açlığı çekiyor. Her ikisi de saygıdeğer olmadığımızı, âlemin şamar oğlanı olduğumuzu hissediyor. Bunu içine sindiremiyor. Sınıfın şamar oğlanı olmaktan kurtulmanın bir yordamını da bulamıyor. Hiç değilse ötekini suçlayarak kendisini temize çekmeye, bu günü de atlatmaya çalışıyor.
Buraya kadarı tamam.
E peki, herhangi bir mevzuda bir araya gelemeyen bu iki kesim nasıl oluyor da vazife Kürt öldürmek olduğunda aynı şehvetle nöbete yazılıyor?
Çünkü açıklama bulmanın, suçlu bulmanın da yetmediği yerler var. Üstümüzdekilerin ağırlığına katlanmayı sürdürebilmemiz için, birilerine üstünlük taslayabilmemiz gerekiyor. Sınıfın şamar oğlanıyız ya, bize yapılanları birine yapmamız lazım.
Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların defterini dürdük. Dürmeseydik de zaten onlar şamar oğlanı kadrosuna atanmak için fazla rafineydiler. “Biz” dediğimiz öznenin neredeyse tamamından daha güzel yemek yapıyorlardı, daha güzel evleri, mahalleleri vardı. Daha şıktılar. Birbirlerine ve bize karşı daha nazik idiler. Bir defa şehirliydiler. Hani dilime doladığım şehirli/kasabalı ayrımından da öte, kelimenin sözlük manasında da şehirli idiler. Biz köylülerin onlara şamar oğlanı muamelesi yapması olacak iş değildi.
Ama Kürtler öyle değil. Kürtleri şamar oğlanı kadrosuna atamak kolay. Öyle pek ince sayılmazlar. Üstelik Ermenileri, Süryanileri filan sepetlerken de işbirliği yapmışlar, neticede üstüne oturdukları yerleri perişan etmede bizden farklı bir performans da sergilememişlerdi.
Birbirlerinin gırtlaklarını sıkacak kadar birbirinden nefret eden mesela Fenerbahçelileri ve Galatasaraylıları Milli Takım forması altında bir araya getirene benzer motivasyon, her iki kesim için Kürt öldürmeyi milli bir spor haline getiren duygu, bence bu.
Zor bir denklem.