Müthiş Bir Proje

Taner Akçam demiş ki, “Türkiye’nin bugünkü ana problemi, mevcut kuruluş hikâyesinin, hikâyelerinin iflas etmiş olmasıdır. Muhalefetin çaresizliğinin ve beceriksizliğinin ana nedeni de budur. Onlar bize hala mevcut kuruluş hikâyesinin içinden bir gelecek vaat etmeye çalışıyorlar. Oysa artık mevcut kuruluş hikâyesinin üzerine bir gelecek inşa edemezsiniz.”

Ne münasebet! Halt etmiş. Türkiye Cumhuriyeti, modern çağın en müthiş başarı hikâyelerinden biri bile değil, en müthiş başarı hikâyesidir. Neyi murad etmiştiyse, bihakkın yerine getirdi, fazlası var, noksanı yok.

Delil mi istersiniz? Daha dün, “kurban derilerinizi öyle kafanıza göre, istediğiniz yere bağışlayamazsınız, hayır yapacaksanız da bizim nezaretimizde yapacaksınız” dendiğinde sandalyesinde raptiye varmış gibi zıplayanlar, sandalyelerden koltuklara terfi ettiklerinde, “belediyelerin hayır yapması ne demekmiş, devlet içinde devlet mi olurmuş” noktasından geçip, “Ramazan vesilesiyle kendisine hayırsever diyen birileri sağa sola koli dağıtmaya kalkıyorlarmış, olmaz öyle şey, parasını devlete vereceksiniz, biz organize edeceğiz” noktasına ulaşmış bulunuyorlar. Netekim.

Türkiye Cumhuriyeti projesi, dini, lisanı, milleti, sosyalizmi, bilimi ve daha aklınıza ne geliyorsa her şeyi devletleştirme projesidir ve eşsiz bir performansla bu işi başarmıştır. Geriye bir ufak problem kaldı. O da, her şeyi bu biçimde devletleştirilmiş olan bir toplumun, içinde yaşadığımız dünyada başarı şansı yok. Eh, siz de teslim edersiniz ki, o kadar kusur kadı kızında da olur. Biz böyle, her türlü başıboşluktan azade, her şeyin bir merkezde tanzim edildiği, ne kadar düzgün bir şeyiz. Dünya bunun kıymetini idrak edemiyorsa… O da dünyanın problemi. Platon yaşasaydı, hiç şüphesiz ki, “ulan bu kadarını ben bile hayal edemezdim, adeta yeryüzünde bir cennet” diye alkışlardı bizi.

Aşağıdakileri, Akçam’ın yazısını okumadan ve Ramazan kolileri vasıtasıyla hayır yapma teşebbüslerine mani olunuyor olduğunu öğrenmeden yazmıştım. Ama zaten memlekette olup bitenleri takip etmeye lüzum yok, her türlü ahmaklık, her gün, vites büyüterek ve kendi rekorlarını kırarak tekrarlanıyor zaten.

***

Size bir düşünce deneyi teklifim var.

Diyelim bir milyardersiniz. Şu zorlu günlerde derdini kimselere iletemeyenlerin listesine de bir biçimde sahip oldunuz. Şöyle dört başı mamur koliler hazırlattınız —her biri onar bin liraya mal olan çok kapsamlı koliler. İçlerinde yok, yok. Sonra da o kolileri, ihtiyaç sahiplerine ulaştırdınız.

Diyelim aynı milyardersiniz ama biraz üşengeçsiniz. Listelediğiniz ihtiyaç sahiplerine onar bin liralık kuponlar ilettiniz ve yaygın market zincirlerinin hepsiyle anlaştığınızı, o zincirlerin bütün marketlerinden bu kuponlarla istediklerini alabileceklerini ilettiniz.

İki strateji arasında ne fark var? Birincide kimin neye ihtiyacı olduğu bilgisini, muhtemelen derin kalori ihtiyacı hesaplarıyla filan, bir merkezde ürettiniz. İkincide cahil ahali, eline geçirdiği kuponla balık konservesi alacağına, gitti çikolatalı gofret filan aldı. Alır mı, alır.

Filan…

Esasen iki strateji arasındaki bariz fark şu: Birincide neredeyse yegâne bilgi işleyici özne sizsiniz. Neye ihtiyaç duyulması gerektiğini belirleyeceksiniz. O ihtiyacı hangi üreticilerin fiyat/performans açısından en uygun bir biçimde ürettiğini belirleyeceksiniz.

İkincide ise… Neredeyse her özne, hem tüketiciler ve hem de üreticiler, bir yığın bilgi işlemek zorundalar. Tüketiciler ellerindeki sınırlı kaynağı maksimum verimle nasıl değerlendireceklerini hesaplamak zorundalar. Üreticiler ise o tüketicilerin başkalarının değil de kendilerinin ürettiklerini tercih etmesi için ne yapmaları gerektiği hakkında kafa yorup duracaklar.

Birincide tüketicinin zaten herhangi bir tercih problemi yoktu. Üreticinin ise ikna etmesi gereken özne siz idiniz, ikincide kupon sahipleri, yani sıradan insanlar. Evet, mütemadiyen tekrarladığım, kudretin merkezileşmesi probleminden söz ediyorum bir defa daha. Evet, bir defa daha bir yığın insanın diline pelesenk olmuş olan vesayet meselesini konuşmuş oluyoruz. Evet, bir defa daha başka bir yığın insanın sanki bir şeytanmış gibi söz ettiği piyasa kavramını gündeme getirmiş oluyoruz. Ve galiba başka bir şeyleri konuşmaya fırsat bulamadan vademizi doldurup gideceğiz.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım iki farklı stratejinin yaratacağı toplumların birbirinden çok farklı olacağı aşikâr. Öyle değil mi? Bilgi işlemek zorunda kalan, tercih yapmak zorunda kalan ve yaptığı/yapacağı yanlış tercihlerin neticelerine katlanmak zorunda kalan insanların düzgün olmayan, biçimsiz toplumlarının, hiçbir reyi olmayan, başına her geleni bir fena özneye ihale edip işin içinden sıyrılan insanların fevkalade düzgün toplumları karşısında yenilme ihtimali var mı?

Mesele toplumda, toplumun kültürel kodlarında, şunda, bunda değil. Mesele Türkiye Cumhuriyeti projesinin mimarisinde. Bu mimariye sosyalizm soktuğunuzda da vatandaşını hata yapmaktan muhafaza etmeye çalışan bir sosyalizm çıkıyor, din soktuğunuzda öyle, kapitalizm soktuğunuzda öyle… Türkiye Cumhuriyeti benzersiz bir torna, neyin girdiğinin hiç ehemmiyeti yok, çıkan hep aynı. İşte bu yüzden modern çağların en başarılı projesinin içinde yaşıyoruz.

Ve… Onun uğruna öldük, öleceğiz.

***

Eğer normal bir toplumda, normal bir siyasi mimarinin içinde konuşuyor olsaydık, belki de meselemiz kapitalizm, sosyalizm ve saire meselesi olabilirdi. Ama değil. Mesele, kararları kimin vereceği, daha da mühimi kararların nasıl verileceği meselesi. Pandeminin yoğunlaştırdığı kapitalizm, neoliberalizm, küreselleşme tartışmalarında üst perdeden dile getirilenlerin üstündeki yaldızlı ifadeleri ayıklayın, iddia ediyorum, ulaşacağınız esas çelişki, kararların nasıl verilmesi gerektiği hususunda kristalleşiyor.

Biraz eşeleyince göreceksiniz ki, insanların neye ihtiyaç duymaları gerektiğini, daha doğrusu ihtiyaçlarını nasıl önceliklendirmeleri gerektiğini insanlardan daha iyi bildiklerini düşünen bir yığın insan var —muhtemelen siz de sıklıkla aynı kategoriye giriyorsunuzdur. Eh, elbette hepsi de iyi insanlar, iyi niyetlerinden şüphe etmemiz için bir sebep yok. Dolayısıyla “ben sokaktaki adamdan daha akıllıyım, ben karar vereyim” denmiyor da, “ben daha iyi eğitimliyim, bilimsel bakıyorum meseleye” filan deniyor.

Bilim, yani, herkes adına karar verme şehvetinin arkasına saklandığı bir paravan halini almış durumda. Sigara yasakları da ona yaslandırılıyor, sokağa çıkma yasakları da… Kimin, neyi tüketmesi ve dolayısıyla neyin üretilmesi gerektiği kararı neden yaslandırılmasın!

Sözünü ettiğim kararların tamamı siyasi kararlar. Bilimin bu hususlarda söyleyecek sözü yok. Bilim, bilimcilerin eğip büküp işlerine geldiği gibi kullandıkları şey değil. Nasıl din, dincilerin işlerine geldiği gibi kullandıkları şey değilse… Mesele siyasi. Ve esasında bir tek siyasi mesele var: Kararları kim verecek? Bir merkezde, bilenler, uzmanlar tarafından mı verilecek kararlar yoksa herkes kendi kararını mı verecek? Toplumdaki bilgiişlem yükü bir merkeze mi toplanacak, yoksa dağıtılabildiği ölçüde dağıtılacak mı?

Mevzuu bulandıran, bulandırıyor görünen birkaç husus var.

Birincisi, karar vermek stresli bir iş. Karar veren için sıkıntı kaynağı. Dolayısıyla insanlar kendi kararlarını bir otoriteye devretmeye çok da direnç göstermeyebilirler. “Sen bana kupon filan yollama, ne lazımsa kolileyip yolla” diyemeyecek gibi görünenler bile, tercihler zorlaşmaya başladığında, pekâlâ bir otorite aramaya başlayabilirler.

İkincisi, karar vermek durumunda olanlar, karar vermek için gereken bilgi ve donanımdan mahrum olabilirler. Genellikle öyledirler. Hepimiz öyleyiz. Dolayısıyla yanlış tercihler yapabilirler —yanlış ne demekse…

Zaten tartışmalar da, mevzu bu terimlerle dile getirilmese de, genellikle bu hususlara taşınıyor.

Hâlbuki meselemiz doğru karar vermek, doğru tercih yapmak değil. İnsanlara koli yerine kupon yolladığımızda, evet, ekstra gerilimlere maruz kalacaklar ve evet yanlış kararlar verecekler. Ama bu süreçte, aksi halde olmayan bir şey olacak, olgunlaşacaklar. O da… Dediğim gibi, bir süreç. Şimdi olgun olmadıkları varsayımıyla insanlara koli yollanmasını onayladığınız sürece… Köy Enstitüleri filan nafile. Olgunlaşmayı sağlayamazsınız.

Demek istediğimi diyebildim mi, bilemiyorum. Erdoğan’a güya otoriterliği sebebiyle karşı çıkıyor görünen birçok özne, bize, bilimsel veya sosyalist veya başka türlü kamuflajlar altında otoriterlik propagandası yapıyor. Bu pandeminin devletlerin elini güçlendirdiğini, bu süreçte elde ettikleri gözetleme ve dolayısıyla otoriterleşme imkânlarını pandemiden sonra da bırakmayacaklarını söyleyenler de mesela, eğer birkaç cümle önce demedilerse birkaç cümle sonra, zaten insanların izlenmesi gerektiğini, kendi başlarına buyruk bırakılamayacağını söylüyor.

Dünya bu pandemiyi atlatacak. Olacak olan şıp diye, bir tek hamlede olmayabilir. Ama devletler, eğer geçici bir ilerleme kaydetmiş olabilseler bile, toplumlar karşısında gerilemek mecburiyetinde kalacaklar. Bilgi işlem yükü daha da dağıtılacak. İnsanlığın tarihine yaslanarak, o tarihteki en geri döndürülemez eğilimin istikametine bakarak iddia ediyorum bunları. Olmuş olanın neden böyle olduğunu, tarihin neden bu istikamette bu kadar kararlı ve ısrarlı olduğunu bilmiyorum ama olan bu. Yine aynı istikamette yol alınacak.

Türkiye?

Dindarlarının, sosyalistlerinin, Kemalistlerinin, milliyetçilerinin farklı lügatlerle hep aynı şiiri okudukları bir mevta olarak, çoktan musalla taşında.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin