NATO mu Avrasya mı?

Nişanyan’ın seçim sebebiyle Pazartesi gününe ertelediği Pazar sohbetine katılan bir genç, Kılıçdaroğlu’nun kazandığı durumda NATO’nun Türkiye’yi Rusya’ya karşı savaşa sokacağını ciddi ciddi, Pentagon’daki Stratejik Planlama Toplantısından çıkıp da sohbete katılmış gibi anlatmaya başladı. Birkaç dakika sonra devrelerim yandı, videoyu kapattım. Derken, aklına ve namusuna kefil olacağım, benden bir hayli genç bir profesör okuldaşım, Kılıçdaroğlu’nın filanca tarihteki bir lafını referans göstererek, benzer bir iddiayı dile getirdi.

Neticede, dünyada olup olacak her şeyi NATO-Avrasya çelişkisiyle tahmin etmeye çalışan pek çok kişi, yukarıdaki iki misal kadar keskin bir biçimde olmasa da, Türkiye’deki seçimleri bu çelişkinin “içinden” okuyor. Mesela Nişanyan da, yaşlanmış ve pili bitmiş bir Batı, karşısında zinde bir Avrasya görüyor anladığım kadarıyla ve… Esas mühimi… 14 ve 28 Mayıs’ta yapılan seçimlerin Türkiye’nin bu eksende yapacağı tercihte belirleyici olduğundan da şüphe etmiyor.

Aralarında pek çok dostum da olan pek çok kişiye ters geleceğini bildiğim kanaatlerimi paylaşmadan önce, Erdoğan’a oy verenlerin “hepsinin” Kadıköy’de, Çankaya’da, Karşıyaka’da mukim küçük burjuvaların zannettiği gibi olmadığı tespitini bir yapayım. Onların aklına bile gelmeyecek mevzulara kafa yoran, bin yıl yaşasalar varlıklarından haberdar olamayacakları sitelerde yayınlanan çetrefil makalelerin şifrelerini çözmeye mesai harcayan on binlerce insan ve onların etrafındaki milyonlar Erdoğan’a oy verdiler. Yukarıda misalini verdiğim türden insanlar sürüp giden bir NATO –Avrasya savaşından söz edip savaşın Türkiye’ye sıçraması ihtimalini dile getirdiklerinde, onları işitenlerin arasında “iyi ki SİHAlarımız, uçak gemimiz var, emniyetteyiz” diye düşünmüşse…

Neyse…

Batı’nın pilinin bittiği hususunda Nişanyan’a katılıyorum. Ancak mevcut Rusya’nın ve Çin’in, mevcut halleriyle Batı’ya alternatif olarak görülebilmesi, benim hayal gücümü aşar. Zaten kendime bir kaya mezar yaptırmak gibi şeyler de benim hayal gücümü aşacağı için, Nişanyan’ın nasıl olup da böyle düşünebildiğine şaşırmam. Ama mühendis kafamla diyebilirim ki, biz, insanlık olarak, mevcut Rusya ve Çin’in siyasi örgütlenmelerinin benzerlerini daha önce tecrübe ettik. Hitler Almanya’sı ve Stalin Rusya’sı mesela, olağanüstü başarılı olmuşlardı. Biri kaybettiği savaşın iktisadi ve sosyal faturalarını ödemekten aciz bir ülkeydi, beş yıl içinde, neredeyse bütün kapitalist dünyaya beş yıl boyunca kafa tutabilecek imalat kapasitesine ulaşmıştı. Öteki dünyanın en geri, en köylü toplumlarından biriydi, uzaya çıkan ilk onlar oldu.

Mesele şu ki, bu göz kamaştırıcı, dudak uçuklatıcı başarılar sürdürülebilir değildi. Bu ölçekte merkezileşmiş toplumlar kısa süre içinde bütün kapasitelerini belirlenmiş bir hedef için seferber edebilirler ama değişen şartlara uyum sağlayabilmek için gereken esnekliği kaybetmek pahasına… Dolayısıyla ABD ve Avrupa dünyanın istikbalinde dünkünü ve bugünkünü andıran bir hisse sahibi olmayacaklardır ama onların hisseleri dibe vurana kadar Rusya ve Çin çoktan tarihe karışmış olur.

ABD’nin on yıla yakındır anlatıp durduğu Çin efsanesinin de, Putin’i Ukrayna’da tuzağa çekmesinin de, görünenden çok başka sebepleri olduğunu düşünüyorum. Yani ABD “establishment”inin Çin’den sahiden ürktüğünü, Rusya’yı sahiden önemsediğini düşünmüyorum. Çok şematik bir dille söyleyecek olursam, ABD kendi iç çelişkilerini çözemediği için, o çelişkilerin görünür olmasını, en azından belirleyici olmasını ertelemek amacıyla böyle soğuk veya sıcak savaşlar icat ediyor kanaatindeyim. Yani ABD “establishment”i de Nişanyan’ın gördüğünü görüyor, işler yolunda gitmiyor. Dünyada işlerin yolunda gitmemesi değil mesele, ABD’de işler yolunda gitmiyor. Bildiği metotlar, çelişkinin derinleşmesine mani olmaya da yetmiyor. “Amerikan rüyası”nın sonuna gelindi, rüya toplumun en azından yarısı için kâbusa döndü. Dolar basarak “büyüme”, mütemadiyen yukarıda bir yerleri besliyor, orta sınıf çöküyor. Esasen çöktü. Bu problem ABD “establishment”inin bildiği bir problem değil.

Öte yandan Avrupa’ya gelince… Onlar hâlâ dünyada kayda değer bir orta sınıfa sahip olan biricik bölge. Lakin bölgenin dünyadaki hissesi hızla daralıyor. Bu şartlar altında bile ABD’den sonra en yoğun göç hedefi halindeler. Yaşlanan nüfuslarıyla kendi “ölümcül” uykularına yatmaya belki de razılar ama mevcudu korumak giderek zorlaşıyor. Onların kaybettikleri hissenin üzerine, dolar üzerindeki patronluğu sayesinde ABD oturuyor. Dolayısıyla ABD “merkezinden” kaçma eğilimleri yükselmeye başlamıştı. Benim kanaatime göre ABD’nin Ukrayna’yı ateşe atması, Avrupa’daki bu merkezkaç eğilimleri dizginlemek için icat edilmiş bir şey.

Eh, herkesin fotoğrafı benim okuduğum gibi okumasını bekleyemem —benden başka bana katılan olur mu, ondan da şüpheliyim. Herkesin NATO ile Rusya —ve Rusya’yı tanzim ettikten sonra da Çin— arasında uzlaşmaz çelişkiler görmesine şaşırmam yani. Şaşırdığım, Türkiye’deki seçimlerin bu çelişkiler üzerine inşa edilmiş bir savaşın fonunda okunması. Yani, iki taraf da Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışıyormuş, en azından NATO öyle yapıyormuş da diğer taraf hiç değilse Türkiye’nin nötr kalmasını istiyormuş, Erdoğan seçilince şöyle olacakmış, Kılıçdaroğlu seçilseydi böyle olacakmış… Türkiye’nin seçmeni, NATO’ya, ABD’ye, seçimi Kılıçdaroğlu kazansın diye elinden geleni ardına koymayan CIA’ye bir şamar vurmuş…

Sahiden benim hayal gücümü fazlasıyla aşıyor bunlar.

Dünya şu içinde yaşadığımız sürecin sonunda olağanüstü büyük bir savaşa sürüklenebilir mi? Sürüklenebilir. Beni bilen biliyor, pandemi öncesinde bu soruya “kesin sürüklenecek” diyordum. Ancak pandemi, dünyanın kireçlenmiş birçok ekleminin kırılmasına sebep oldu. Pandemi öncesinde Çin’in, Rusya’nın, ABD’nin, işlemese bile işler hale getirilebileceği hayal edilen mekanizmaları vardı. Onların işleyebileceğine dair ümitler buharlaştı. Mevzuu anlamak için pandemi öncesindeki Türkiye’yi bugünkü ile kıyaslayabilirsiniz. İşler yolunda gitmiyordu ama şu cıvatayı sıkarsak, buradaki sızıntıyı kesersek… Olur mu olur. Halimiz buydu ve şimdi hiç öyle değil. Şimdi her şeyi yeni baştan düşünmemiz gerekiyor. Benzeri bir durum herkes için cari, belki Avrupa hariç. Avrupa hâlâ, “şu göçmen akınını durdurabilirsek, yaşlanan nüfusu ikame etmek için şu vasıflı gençleri çekebilirsek, eski düzeni sürdürebiliriz” diye düşünebilir ve bence düşünüyor zaten. Ama diğer herkes için maçın bitiş düdüğü çaldı. Önümüzdeki maçlara bakmamız gerekiyor.

Putin’in şerefli bir geri çekilme için kapıları açık tutma çabasını, Çin’in mahalleye hiç uğramadan sağda solda volta atmasını böyle okuyorum. Herkesin derdi kendine. Ve Türkiye kimsenin umurunda değil —bir defa daha Avrupa hariç. Burada yekpare, milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapan bir Türkiye’ye Avrupa’nın ihtiyacı var. Onun dışında kimse için bir kıymet ifade etmiyor Türkiye. Etmeyecek kadar küçültüldü Erdoğan tarafından. Bu kadar küçültülmüş, arıza çıkarma potansiyeli kalmamış, düşük fiyatla satın alınabilir bir Türkiye, herkesin işine geliyor. Bu yüzden seçimler böyle bitince herkes rahat bir nefes aldı. Herkes Erdoğan’ı tebrik yarışına girdi.

Yanlış anlaşılma olmasın, kimse Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’sinden korkuyor filan da değildi. Kılıçdaroğlu seçilseydi de, Türkiye’nin manevra kabiliyeti olağanüstü sınırlanmıştı. Manevra kabiliyeti bu kadar sınırlanmamış olsaydı bile, Kılıçdaroğlu ve ekibinin kimseye arıza çıkaracak, dünyanın halinden Türkiye’ye bir menfaat devşirecek ufku olmadığı da herkesin malumuydu. Ancak Erdoğan, herkesin tabiriyle, “bilinen şeytan” idi. Herkes kendi iç çelişkileriyle cebelleşirken, Türkiye’de yeni bir heyetin ne yapacağına mesai harcamaktan kurtulmuş oldu, hepsi bu.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin