Nesillerarası Savaş
Sinir sisteminiz, bütün vücudunuza yayılmış bir ağ olarak, bir yandan bilgi toplayıp bir yandan da bilgi dağıtıyor. Bu haliyle de, keşfedildiği dönemden itibaren, “vücudu yöneten” sistem olarak algılandı. Ama vücudunuza yayılmış olan yegâne ağ sinir sisteminiz değil, dolaşım sisteminiz de en ücra hücrelerinize kadar her yere ulaşan bir ağ. O da, esasen, “sinyal” taşıyor. Elektrik sinyalleri halinde olmasa da, moleküller halinde olsa da…
Ve…
Sinir sisteminizin ihtiyaç duyduğu enerji ile dolaşım sisteminizin taşıdığı moleküller, başka bir “sistem” tarafından sağlanıp “üretiliyor”, sindirim sistemi tarafından. Sindirim sistemi bütün vücuda ulaşan bir ağ değil ama (a) gerek hacim ve gerek ağırlık olarak vücudun önemli bir payına sahip, (b) her iki “sinyal taşıyıcı ağ” ile sayısız teması var ve (c) besinleri her iki ağ tarafından kullanılabilir hale “dönüştürme” işini o yapıyor.
Toplumdaki üretim faaliyetlerini sindirim sisteminin faaliyetlerine benzetebiliriz. “Para” denen şeyi, üretilmiş olan her şeyin transferine aracılık edebiliyor olduğu sürece, kan olarak görebiliriz. Ve üniversitelerde üretilen bilgiden medyada geliştirilen görüşlere, siyasi odaklarda üretilen kararlara, ideolojilere, sanat ürünlerine kadar hemen her şeyi de sinir sisteminin marifetleri olarak değerlendirebiliriz.
1970’lerde, Angola petrolü ABD’ye, ABD teknolojik bilgisi Sovyetlere, Sovyet ideolojisi ve silahları da Angola’ya akıyordu ama netice itibariyle, ABD, SSCB ve Angola, birbirlerinden “bağımsız” bünyeler olarak değerlendiriliyordu. Angola ile SSCB ve ABD “arasındaki” sinyal transfer hacmi, Angola’nın “içindeki” sinyal transfer hacminin yanında ihmal edilebilir seviyede idi. İlelebet de öyle kalacağı varsayılıyordu.
Ama… Artıyordu.
Başta ABD olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerinde, bu artışı “ciddiye alan” birileri çıktı. “Artış bu hızla devam ederse pek bir şey değişmeyebilir ama ‘artıştaki artış’ı hesaba katarsak, öngörülebilir bir gelecekte, başka türlü bir dünyada yaşıyor olacağız” diyenler oldu.
Başka türlü bir dünya?
Yani mesela Angola artık ABD ve SSCB’den “bağımsız” bir bünye olarak kalamayacak, Angola ile dünyanın kalanı “arasındaki” sinyal transfer hacmi, Angola’nın “içindeki” sinyal transfer hacminin yanında anlamlı bir büyüklüğe ulaşacak. Buna “küreselleşme” dediler. Bir tespitti, temenni değildi. Tabii olarak, bu tespite itiraz edenler, tespiti “hayalci” bulanlar oldu. Ama istatistik bilenlerin önemli bir bölümü, tespiti ciddiye almak gerektiği neticesine ulaştılar. Onlar da aralarında ikiye ayrıldılar: (a) Dünyanın böyle tek bir bünye halinde örgütlenmesi iyidir diyenler ve (b) bu berbat bir şey olur, behemehâl durdurulmalı diyenler.
Anlaştık mı? Üç ana tutum zuhur etti. ABD’de, Avrupa’da ve Japonya gibi “Avrupalılaşmış” yerlerde… Birincisi umursamayanlar, ikincisi destekleyenler ve üçüncüsü karşı çıkanlar. Sovyetlerin gündemi başkaydı, kendisini “dünyanın geleceği” olarak görüyor, göstermek istiyordu. Eğer bir gün bütün dünya bir tek organizma halinde örgütlenecekse, o tek organizma, Sovyet organizmasının diğerlerini ortadan kaldırmasıyla gerçekleşecekti. Yani zaten bahse konu olan organizma —SSCB formunda— zuhur etmişti ama tarih dışı kaldığını idrak edemeyen diğer biçimsiz organizmalar direniyordu.
SSCB’nin —daha çok da SSCB’ye “dışarıdan” yüklenen mananın— daha “kolay anlaşılır” olduğu görülüyor. Küresel bir dünya olacaksa, birbirinden farklı bünyelerin birbirlerine eklemlenmesiyle “zuhur etmesi” Aydınlanma aklıyla tahayyül edilebilir bir şey değil. Ama SSCB bünyesinin diğerlerini yutup “sindirmesiyle” pekâlâ mümkün olabilir.
Üçüncü dünyanın gündemi ise bambaşkaydı. Kendileri dışındaki süpergüçler, bir yanda ABD/Avrupa ve öte yanda SSCB, kendilerini yutup sindirme hevesindeydi. ABD’de mesela “dünya küreselleşsin” diyenler Türkiye’ye düşmandı, Türkiye’yi yutmak istiyordu. “Aman küreselleşmeyi durduralım” diyenler? Onlar da Türkiye’ye düşmandı, Türkiye’nin oyunda hissedar olmasına imkân vermek istemiyorlardı.
***
Şimdi aşırı basitleştirerek, şematize ederek bunları dile getirmeye çalışmamı tetikleyen şey, Trump’ın BM Genel Kurulunda yaptığı konuşma üzerine İlhan Uzgel’in Gazete Duvar’da yazdığı yazı oldu (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/10/01/trump-ve-kuresellesme-karsiti-olarak-ilkeli-realizm-kavrami/). Devam etmeden tekrarlayayım, küreselleşme terimi, bir “proje”, bir niyet olarak ortaya atılmadı, bir tespitti. Bir şeyler oluyordu. Henüz ortada ciddiye alınmayı hak edecek şiddet ve hacimde olmasa da, malların, malların dönüştürüldüğü paranın ve bilginin ulusaşırı dolaşımında bir artış vardı. Ve… Artış hızı da giderek artıyordu. Dolayısıyla, dünyanın farklı “bünyelerinin” sinir, dolaşım ve sindirim sistemleri, giderek birbirine eklemlenecek gibi görünüyordu.
ABD’de “küreselciler”, bu sürecin mevcudiyetini kabul etmiş, “o halde kendi menfaatlerimizi maksimize etmek için ne yapmamız gerekir” diye kafa yormaya başlamış olanlardı. Realistler ise, aynı sürecin mevcudiyetini kabul etmiş, “bu süreç zamanla bizim imtiyazlı pozisyonumuzu erozyona uğratır, dolayısıyla frenlemeliyiz” diyenlerdi. Yani? ABD “içinden” bakılırsa, küreselleşme diye adlandırılabilecek bir sürecin gerçek olduğunu kabul edip birbirine karşıt pozisyon alanların hepsi, özü itibariyle, ABD’nin —ve dolayısıyla da kendilerinin— menfaatini maksimize etme telaşındaydılar.
Ya ne olaydı?
Biz kendi ülkemize gelelim. Burada, yağmur yağsa onu bile bir takım “niyet sahibi” öznelerin bize bir komplosu olarak okuma eğilimi yaygın olduğundan, rüzgârın Atatürk Cumhuriyetine zarar vermek için “estirildiği” iddia edilebildiğinden, herhangi bir “şey”, sade bir “gerçeklik” olarak değerlendirilemiyordu. “Arkasındaki niyet” deşifre edilmeliydi. Bizim dışımızdaki bütün özneler de şeytan olduklarından, eğer küreselleşme varsa kötü, yoksa o da kötü idi. Yani bugün Erdoğan ve çetesinin miras olarak mülkiyetlerine geçirdikleri şey, aslında, ta 1900’lerde imal edilmeye başlamış, 1920’lerde rafine edilmiş, 1930’lardan itibaren de rakipsiz olarak piyasaya enjekte edilmiş bir zihniyetten başka şey değil.
Baştan başlayalım. Küreselleşme diye, ayrı bir başlık altında hesaba katılmayı hak edecek bir nebat var mı? İlk zikredilmeye başladığında yoktu. Bugün, dünyanın bütün “mahalli ağları”, 1980’lerde hayal bile edilemeyecek kadar birbirine entegre olmuş olduğu halde, hâlâ, mesela Türkiye’nin “içindeki” sinyal transferi, Türkiye ile dünyanın kalanı “arasındaki” sinyal transferinden çok daha yoğun.
Ama… 1980’lerde öngörüldüğü gibi, bağımsız bünyeler “içindeki” sinyal transferine karşılık bünyeler “arası” sinyal transferi, 90’lar ve 2000’ler boyunca, geometrik olarak arttı. Şimdi yapmaya çalışılan şey, bu geometrik artışın durdurulması… Trump’ın, Putin’in, Erdoğan’ın, Avrupa’daki milliyetçilerin, hatta Çin’in… İsteniyor ki “eski güzel günlere” dönelim. Herkes kendi kümesine dönsün ve her kümesin horozu da… Anladınız işte.
Mesele şu… Küreselleşme denen süreç yaygınlaşır, ulusaşırı sinyal transferleri geometrik olarak artarken, dünya, daha önce tecrübe etmediği bir zenginleşme yaşadı. Bu tür süreçlerde hep olduğu gibi —mesela ergenlikte aniden boy atma döneminde de yaşandığı gibi— muhtelif orantısızlıklar ortaya çıktı. Sadece ABD ile Türkiye veya Angola arasındaki orantısızlıktan söz etmiyorum, mesela cinsiyetlerin süreçten “faydalanma” oranları da farklı oldu. Ama benim gördüğüm kadarıyla esas ciddi orantısızlık, “nesiller arasında” oldu. Şöyle ifade etmem gerekiyor: Dünyanın hemen yerinde, hem ABD’de, hem Türkiye’de ve hatta hem de Angola’da, bizim neslimiz, anne ve babalarımızın hayal bile edemeyeceği kadar çok kazandık. ABD’deki akranlarımdan çok daha az, Angola’dakilerden daha çok kazanmış olabilirim ama bizim akranlarımız, her yerde, ebeveynlerinden çok daha fazla kazandı. Nominal değer olarak çok kazanmak bir yana, esas olarak, robotların üretiminin ürünlerine sahiplik anlamında çok kazandık.
O kadar çok kazandık ki, bugün, “18 yaşına gelen evi terk eder ve kendi başının çaresine bakar” denen Batı’da bile, bizim neslimiz, büyük ölçüde, kendi çocuklarına “bakıyor”. Öyle veya böyle katkı sağlıyor en azından. Bunu sürdürebiliyor. Çünkü sisteme katkısı marjinalleşse de, sistemden “dağıtım” esasları sabit kaldığı için, sistemden aldıkları pay artmayı sürdürdü. Netice olarak da, dünyanın hemen her yerinde, genç —ve genellikle eğitimli— işsizlik oranları, genel işsizlik oranlarının iki katı. Bir biçimde iş bulabilen gençler de, babalarının hayata atıldığında talep ettikleri ücretlerden çok daha düşüğüne razı gelmek zorunda. Bu hal —yani bir neslin kendisinden öncekilerden daha az kazanması— muhtemelen insanlık tarihinde ilk defa vuku buluyor. Ama mahiyet farkı ne kadar mühim olsa da, kantitatif farkı gölgeleyemiyor. Yani elbette mahiyet farkı derece farkından daha mühim bir şey ama burada derece farkı da, yani yeni neslin razı gelmek zorunda olduğu işlerin vasıf ve ücretlerinin ebeveynlerinki ile kıyaslandığında gözlenen derece farkı da iç acıtıcı ve sayısız sosyal tezahürü var.
Neyse…
***
“Küreselleşmiş olma” manasında değil de “küreselleşiyor olma” manasında küreselleşme, benzersiz bir zenginlik yarattı ve bu hızlı değişim süreci de muhtelif orantısızlıklar… Dolayısıyla da muhtelif rahatsızlıklar…
Küreselleşiyor olma süreci, bana kalırsa —daha önce defaatle işaret ettiğim “ölçek ekonomisi” sebebiyle— devam ediyor ve edecek. Kısmi olarak sekteye uğrasa bile, “maddi şartlar belirleyicidir”. Bugün yaşadığımız şey, sindirim sistemi ve dolaşım sistemi “küreselleşiyor” olan dünyanın “sinir sisteminin” aksi yönde bir istikameti “tercih” etmesi, “aman bu süreç daha önceden vakıf olmadığımız arızalara yol açtı, durduralım” kararının üretilmesi. Ama burada paradoksal bir hal var, bu karar da “küresel” olarak üretildi, dünyanın —şartları birbirininkini hemen hiç andırmayan— pek çok yerinde eşzamanlı olarak.
Esasen dünyanın sindirim sistemi dolaşım sisteminden, o da sinir sisteminden “daha az” küreselleşmişti. Ve tekraren belirtme ihtiyacı duyuyorum ki, dünyanın her yerinde, küreselleşmeyi “projelendirdikleri” ve dünyanın kalanına “dayattıkları” iddia edilen yerlerinde bile, ciddi “küreselleşme karşıtı —Trump’ın mezkûr konuşmasında “realizm” dediği— direnç odakları vardı, var. O odaklar, ağırlıklı olarak, toplumların dolaşım ve sindirim sistemlerine dair unsurlardan müteşekkildi.
Geldiğimiz noktada, ABD’deki küreselleşme karşıtları ile Fransa’dakiler ve Türkiye’dekilerden söz ederken, artık ABD’yi, Fransa’yı ve Türkiye’yi, 1970’lerde yaptığımız kadar kolaylıkla ayrı “unsurlar” olarak kodlayamıyor olmanın sıkıntılarını da yaşıyoruz. Yaşanan kramplar bile ortak. Biz istesek de istemesek de, dünya belirli oranda küreselleşmiş yani ve daha da küreselleşmeye de devam edecek. Muhtemelen yeni ivmelenme de, şimdi ebeveynlerinin sahneden çekilmeyi reddetmesi yüzünden “sıkışmış” olan, yaşanan orantısızlıkların bedelini ödemeye mahkûm edilmiş olan nesiller karar verici olduklarında —veya kararların merkezileşmesini ortadan kaldırdıklarında— gerçekleşecek.
Bizim nesil takoz olmayı sürdürecek yani.
Trump memleketimin küreselleşme karşıtlarının suratına tokat gibi çarptığında bile aymayacak gibi görünüyor bizim nesil. Küreselleşme karşıtlığı, 1970’lerin statükosunun devamı demekti. Realizm, “biz daha akıllıydık, daha iyi sistemler kurduk, çok çabaladık, diğerlerine karşı imtiyazlı bir pozisyon elde ettik, neden bundan vazgeçelim, neden imtiyazlarımızı nevzuhur odaklarla paylaşalım ki” demekti. ABD, ABD olarak, Almanya, Almanya olarak kalacak, Türkiye de aç kediler gibi, vitrine bakıp duracaktı. Yeni bir oyun, yeni bir raunt olmayacaktı. Olmaması, ABD’nin silah, Almanya’nın imalat gücüyle garanti altına alınacaktı.
Küreselleşme ise, yeni bir raunt demekti. Bugüne kadar dayak yemiş olabilirdik, rakiplerimizden daha zayıf da olabilirdik ama yeni bir maç başlıyor, bir şeyler “değişiyordu”. Değişeni idrak edip, dalganın üzerine binebilirsek… Yeni dünyada saygıdeğer bir yer sahibi olabilirdik. Çalışmamız, anlamamız ve uygun tercihleri yapmamız gerekiyordu.
Ama olur mu öyle şey? Atatürk zaten anlamış ve bütün gelecek için gereken bütün tercihleri yapmıştı. Şimdi? İslam bize bütün gelecek için lazım gelecek olan bütün tercihleri yapmış durumda. Biz kim? Biz işte… Ama işler yolunda gitmiyor? Çünkü Atatürk’ü anlamamış olan karşıdevrimciler —veya şimdiki durumda, yerli ve milli olmayan şu Atatürkçü tayfa— bizi sattılar, hainler. Ama mesele onlar da değil, onları satın alanlar, Atatürk Türkiye’sinin —şimdiki halde İslam’ın— dünyaya hâkim olacağı korkusuyla, küreselcilik —şimdiki halde realizm— gibi şeyler icat etmekle… “Aslımıza” geri döndüğümüzde…
Filan.