O Dağ Artık Yok
Halimize dair enteresan bir yazı var bağlantıda. Bir yandan, “ahlakçı sol” dediği bir öznenin zorbalığı hakkında mesela, vurucu tespitlerde bulunuyor Fisher ve böylelikle bünyenin güncel bir tomografisini çekiyor. Öte yandan, güncel epikrizi bir kenara koyup, antika bir reçete yazıyor.
Yazının neredeyse her paragrafı didiklenmeye değer. Ama öyle yapsam iş çok uzayacak, daha kestirmeden gitmeye çalışayım.
Oldukça düz bir ovada, üç bin metre yükseklikteki bir dağın az ötesinde yaşıyor olalım. Etrafımızdaki üç yüz, beş yüz metrelik yükseltiler isimlendirmeye değer bile görülmez. İşçi sınıfı denen şey, aha işte emek-sermaye çelişkisi denebilecek o dağa dair bir şey idi. Etrafımızda başka yükseltiler yok değildi.
Mesela… Çok değil mesela altmış yıl önce kadın hekimler, kadın avukatlar, kadın profesörler, kadın çellistler parmakla gösterilecek kadar azdı. Çalışan, çalışabilen kadınlar erkeklerden daha az ücret alıyordu. Yani kadın-erkek eşitsizliği vardı, mesele sadece emek-sermaye çelişkisi değildi. Ama kadın-erkek eşitsizliği, yüksek emek-sermaye çelişkisi dağının yanında cüce bir yükselti gibiydi. İkincisi düzlendiğinde ilki de düzlenecekmiş gibi bir intiba da vardı belki, çünkü hemen her mevzua öyle bakılıyordu —yani bataklık kurutuldu muydu, her sıkıntı kendiliğinden ortadan kalkacakmış gibi.
Mesela… Altmış yıl önce de göçmenler vardı ve ayrımcılığa maruz kalıyorlardı. Daha güvencesiz işlere razı olmak zorunda idiler ve yine de iş piyasasına erişmekte imkânları sınırlıydı. Erişebildiklerinde daha düşük ücrete rıza göstermek zorundaydılar. Daha fenası, sosyolojik olarak toplumun kalanından izole edilmişlerdi. Ama o yükselti de emek-sermaye çelişkisinin yanında cüce kalıyordu.
Şimdi öyle değil. Öyle olmadığını görmek son derece kolay. Bugün emek-sermaye çelişkisi üzerinden kitleleri hareketlendirmek çok müşkül ama kadın-erkek eşitsizliği üzerine sayısız akademik çalışma yapılıyor, ciltlerle kitap yazılıyor, kalabalıklar sokağa dökülebiliyor. Benzer şekilde göçmenlerin statüleri de çok kişiyi teyakkuza geçirebiliyor.
Kolaylıkla söyleyebiliriz ki, arada büyük ölçekli bir deprem —veya daha doğrusu, büyüklü küçüklü bir dizi deprem— oldu ve topografya kökten değişti. Yani ne oldu? O ulu dağ alçaldı, küçük yükseltiler yükseldi, daha önce mevcut olmayan bazı yükseltiler ortaya çıktı. Etraftaki biricik gösterişli yükseltinin o ulu dağ olduğu döneme dair haritalarla bugün yolumuzu bulmamız imkânsız artık.
***
Öncelikle şu tespiti yapmazsam olmaz. Kadınların erkeklere karşı iktisadi ve sosyal statüsü altmış yıl öncekine kıyasla daha kötü değil. Daha iyi. Çok daha iyi. Bugün, altmış yıl önce hayal edilemeyecek kadar yüksek oranda kadın, profesör, avukat, hekim, çellist olabiliyor ve birçoğu erkek muadilleri kadar, hatta daha yüksek ücret alabiliyor.
Yani?
Altmış yıl önce emek-sermaye çelişkisinin gölgesinde kalan kadın-erkek meselesi, arada kadınların statüsü gerilediği için bugün gündeme gelebiliyor değil. Aksine… Kadın-erkek meselesi yumuşadığı halde, emek-sermaye çelişkisine kıyasla önem kazandı. Çünkü emek-sermaye çelişkisi nispi olarak daha hızla geriledi.
Eh, söylediğime itiraz edileceğinin fakındayım. Ama arada çok şey oldu ve neden o olanlar olmamış gibi reçeteler yazıldığını da anlamakta zorlanıyorum.
Mesela… Bundan altmış yıl önce, cebine bir milyon dolar koyan biri, Fisher’in Britanya’sında kuracağı bir işle yüzlerce işçiye iş verebilirdi. Üreteceği her ne idiyse, onu pazarlamak konusunda kaygılanması gerekmezdi. İki yüz yıla yakın bir süredir devam eden eğilim artık yavaşlamıştı gerçi ama hâlâ sürüyordu. Yani sanayi katma değer ve istihdam üreten esas sektördü. Nüfus hâlâ işçileşmekteydi —işçi nüfusun toplumdaki hissesi hâlâ artmaktaydı ve tarım nüfusunu tüketene kadar artacakmış gibi görünüyordu. Bugün bu şartların hiçbiri yok. Bir milyon dolar sermaye ile birkaç kişiyi bile istihdam edecek bir sınai iş kuramazsınız. Bir iş kuracak olsanız ürettiğinizi satabilmeniz mucize olur. Sanayi ne katma değer ve ne de istihdam üretmekte motor sektör değil.
Ve…
Sanayi işçileri toplumun alt kesimi değil hanidir. Sanayi işçisi ile toplumun üst kesimleri arasındaki makas daraldığı için, bir zamanların o ulu dağ alçaldığı için, mesela kadın-erkek meselesi ayrıca isimlendirmeyi hak edecek kadar —izafi— önem kazandı.
***
Bugün sadece kadın profesörler, avukatlar, hekimler, çellistler altmış yıl öncesine kıyasla daha çok sayıda değiller. Erkek profesörler, hekimler, avukatlar, çellistler de çoğaldılar. Ve hem iktisadi, hem sosyal olarak daha yüksek statü sahibi olan bu kadroların büyük bölümü, altmış yıl öncesinin sanayi işçilerinin çocukları arasından devşirildi —o sanayi işçileri nasıl tarımda çalışanlardan devşirilmiş idiyse. Dolayısıyla, ne çocuklarını avukat olarak yetiştirebilmiş olan işçilere, ne onların yaşadıklarını birinci elden gözlemlemiş olan bugünün işçilerine ve ne de avukat olan işçi çocuklarına, artık, emek-sermaye çelişkisini satabilirsiniz.
Bugün sermaye bol. Emek de —nispi olarak sermayeden daha düşük bir hızla artmış olsa da, bilhassa göçmenler sayesinde— bol. Bugün kıt olan pazar. Pazar doydu. Günümüzün çelişkileri artık bambaşka. Günümüzün alt sınıfları sanayi işçileri değil, onların altında, nüfustaki payları itibarıyla sanayi işçilerini çoktan geçmiş geniş yığınlar var. Sanayi işçilerinin sosyoekonomik şartlarına dünden razı olan yığınlar.
Onlara prekarya diyelim.
Nedir bu prekarya?
Mesela bir milyon dolarla bugün, Britanya’nın taşrasında bir kafe açabilirsiniz ancak. Ve birkaç garsonu ancak istihdam edebilirsiniz. O garsonlardan, mekânın temizliğini de talep etmek zorunda kalırsınız. Hatta mümkünse sattığınız bazı ürünleri üretebilmelerini de… Ve yine de… Mevsim değişip müşteri azaldığında aralarından birkaçını işten çıkarmazsanız ayakta kalamazsınız. Bu ağır şartlara rağmen çalışmaya gönüllü yığınlar var. Ağırlıklı olarak göçmenler, gençler ve kadınlardan oluşuyorlar. Sendikalaşmaya kalksalar, kafeyi kapatmayı tercih edersiniz.
Bu tür işyerleri de, bu tür işler de eskiden de vardı —altmış yıl önce de yani. Ama istisna idiler. Bugünün ise normu halini aldılar. Anlamamakta neden ısrar edildiğini bilmiyorum ama işçi sınıfı, nüfustaki payı itibariyle, uzun süredir eriyor. Altmış yıl öncesinin on-yirmi katı imalatı, bugün, altmış yıl öncesinin yarısı kadar emekle gerçekleştiriyoruz. Prekarya bu yüzden bugün göze batıyor. İşçi sınıfı eridiği için, yoksa prekarya yeni bir şey olduğundan değil.
Dolayısıyla mesele, yeni nesillerin İşçi Partisinin bir vakitler başarmış oldukları şeylerden bihaber olmaları değil. Birincisi, o işler başarılmış, artık onlara ihtiyaç yok. İkincisi, benzerleri bugün başarılabilir değil. Ve esas mühimi, üçüncüsü, bugünün problemleri İşçi Partisinin geleneksel kavrayışıyla, sanki ovanın ortasında devasa bir dağ varmış gibi görünen haritalarıyla adreslenebilir değil.
Bakın, anlamak zor olabilir ama o haritalar antika. Topografya değişti. Değişti. Emin olun.
***
Fisher’in yazısının bende sebep olduğu hayal kırıklığının sebebi basit. Uzak gözlüklerini takıp etrafına bakıyor, bir haritacı hassasiyetiyle topografyayı kayda geçiriyor. Sonra bir reçete yazması gerektiğinde, yakın gözlüğünü takıp, önündeki antika atlası açıp… Yazı, bu haliyle, halimize dair iki yönden ışık düşürüyor. Bir yandan muhtevasıyla, etrafa bakıp çıkarılan haritayla. Öte yandan da yazarın duruşuyla. Yani gördüğüyle değil, antika haritalarla iş görme alışkanlığını teşhir ederek.
Yazı üzerinden konuşulacak daha çok şey var ama hepsini söylemeye kalksam, daha da uzayacak. Sonra devam ederiz.