Ödlek Kahraman

Dün verdiğim bağlantıda Cumhuriyet, “2010’dan beri uyarıyorum” diyor ama Erdoğan 2012 Haziran’ında Gülen’e “dön artık, bitsin bu gurbet” demişti diye itiraz ediyor. Bence haksız.

Neden haksız?

Önce bir alıntı yapayım.

“Mesela Arena’da gövde gösterisi yapıyorsunuz. “Öyle olmaz, böyle olur” diye suratınıza çarpıyorlar. Davet edip, şahit kılıyorlar sizi. “Erkeksen dön hadi” diye meydan okuyorsunuz. “Daha işim bitmedi” cevabını alıyorsunuz.

“Bitmeyen iş ne? Kimin canı yakılacak? Hangi İnternet sitesinden, kimin hakkında, nasıl bir video veya ses kaydı çıkacak? Düşün dur artık. Kendini emniyetli bir limana atma fırsatı da ertelendi. Uykusuz geceler birbirini kovalayacak şimdi.”

Yukarıdaki alıntı, 19 Haziran 2012’de Akşam’daki köşemde yazdığım yazının sonu. Malum davetten beş gün sonra…

Yani, Erdoğan Arena’da “dön artık, bitsin bu gurbet” derken, başkaları bilmese de muhatabı biliyordu ki bu bir davet değil. “Erkeksen dön hadi” babında bir meydan okuma. Çünkü ikilinin arasına kara kedi çoktan girmişti o tarihte.

Evet, o tarihlerde de mesela Milli Eğitim Bakanlığındaki bilişim, iletişim, yayın ve benzeri ihaleleri Cemaat’ten başka kimse alamıyordu —ısrarlı davranan olursa başına pek fena şeyler geliyordu. Telekom’un, TÜBİTAK’ın koridorlarında ancak Cemaat mensupları dolaşabiliyor, bütün kaynaklar Cemaat’e akıyordu. Cemaatçi bir avukat, davasını Cemaatçi bir hâkime denk getirip, pekâlâ suçlu olan müvekkilini beraat ettirebiliyordu. Ve aksine, Cemaat’e hissesini vermeyi reddeden birileri, pekâlâ suçsuz oldukları halde sürünebiliyorlardı. Cemaat muhtelif aktiviteleri bahane edip, sponsorluk görünümü altında haraç topluyordu ve haraç vermeyenlerin anaları ağlatılıyordu. Sınav soruları çalınıyor, Cemaat’in adamlarına servis ediliyordu. Böylelikle makbul okullara Cemaat’in desteklediği çocuklar giriyor, işler Cemaat mensuplarına ve yakınlarına peşkeş çekiliyordu.

Memlekette, görmek isteyen kimsenin görmezlik yapamayacağı apaçık bir terör ortamı vardı.

Malum zat Başbakan idi.

Başbakan idi.

Olup biteni biliyordu.

Biliyordu.

Olup bitenden memnun değildi. Başbakanı olduğu ülkenin vatandaşları istismar ediliyor olduğundan değil, kendisinden başkası istismar ediyor olduğundan…

Dolayısıyla…

14 Haziran 2012 günü “dön artık, bitsin bu hasret” lafı bir davet filan değildi, muhatabı pekâlâ biliyordu ki bir meydan okumaydı. Erdoğan için Gülen bir dost ve müttefik değil, bir hasım, en azından bertaraf edilmesi gereken bir rakipti o tarihe gelindiğinde.

Ama…

İşte zurnanın zırt dediği yer burası, güçsüzlere karşı aslan kesilen, yanına korumalarını aldığında vatandaşı süpermarket raflarının arasında kovalayacak kadar cesaret sahibi olan, her bir muhalifine polisler, savcılar, yargıçlar marifetiyle kükreyen bu aslan parçası, korkuyordu. Fena halde korkuyordu. Memleketin görüp gördüğü bu en ödlek şey, Gülen’den, fena halde korkuyordu. Onun Başbakanlık koltuğunda oturduğu memleket bir çete tarafından soyuluyor, suçsuz günahsız insanlar kodese tıkılıyor, okullar, işler çetenin keyfine göre yağmalanıyor, Başbakanlık koltuğunda oturan ödlek bütün olup biteni biliyor…

Ama parmağını oynatamıyordu.

Mesela bildiğim kadarıyla, Dink cinayetinin çözülmesini çok istiyordu ama meselenin üstüne gidemiyordu. Çünkü arkasından Cemaat çıkacak diye korkuyordu. KPSS sorularını kimin çaldığını, hangi amaçla çaldığını biliyor ama üstüne gidemiyordu.

Çünkü ödleğin biriydi.

Belki akşamları evine döndüğünde, aynanın karşısına geçip “bu bir terör örgütü, FETÖ bu, çocuklarınızı bunların okullarından alın, paralarınızı bankalarından çekin” demiş bile olabilir 2010’dan itibaren, defalarca. İçinden geçen, kendi hesabıma hiç şüphem yok ki, bunları meydanlarda da söylemekti. Ama söyleyemiyordu. Söyleyemezdi. Korkuyordu Gülen’den.

Gülen de, alçak müritleri vasıtasıyla, bu ödleğin Başbakanı olduğu ülkeyi soyuyordu. Herkesin gözü önünde…

Ne zaman Gülen sadece bunun Başbakanlık yaptığı ülkeyi soymakla kifayet etmeyip bunu doğrudan hedefe yerleştirdi, çar naçar cesaretlendi ödlek şey. Sizin soyulmanız umurunda değildi ama kendisinin hırsızlığının ortaya çıkması, koltuğunun tehlikeye girmesi… Katlanılır şey değildi.

Kapısından beslenen köpeklerin “dünya lideri” diye pazarlamaya çalıştıkları, aslan parçası olarak sattıkları şey, işte bu. Bu kadar bir şey.

Kapısından beslenen köpeklerin ondan fazlası yok. Bu yüzden hep birlikte havlıyorlar. Birbirlerinin havlamasından cesaret alarak var olabiliyorlar. Herhangi biri, çetenin dışındaki herhangi biriyle televizyon kameraları karşısında bir tartışmaya filan girmiyor, giremiyor mesela. Mecliste bir kanun mu geçirilecek, hep birlikte hücum edip, gürültüye getirip ancak yapabiliyorlar. Tartışmaya filan teşebbüs bile etmiyorlar. Tartışmak mecburiyetinde kalma ihtimalini de, bildiniz işte, iç tüzük değişikliğiyle iyiden iyiye ortadan kaldırdılar.

Korkaklar. Çok korkaklar. Vasıfsızlıkları mı büyük, hayâsızlıkları mı yoksa korkuları mı diye soracak olsanız, karar vermek zor. Ama ben bahsimi korkuları üzerine oynarım.

Herhangi bir ortamda herhangi bir muhalifleri ile eşit şartlarda karşı karşıya kalmaya cesaretleri olmayan, çünkü böyle bir karşılaşmadan —vasıfsızlıkları sebebiyle— yerle yeksan olarak çıkacaklarını bilen bu zevat, bir de kendilerini bütün dünyanın adaletsizliklerini, emperyalizmin zulmünü ortadan kaldıracak heyet olarak pazarlama hayâsızlığı sergiliyor ya… Dün dediğim gibi, insan kendisini dehşetli bir çaresizlik içinde buluyor.

Bir yandan da vasıfsızlık büyüyor, korku büyüyor, dolayısıyla da hayâsızlık da büyüyor. Bizim de çaresizliğimiz büyüyor.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin