Olabilirlikler
Berktay, dün sözünü ettiğim yazısının bir yerinde, yurtdışındaki arkadaşlarından gelen sorulara cevap olarak yazdığı bir metinden söz ediyor. O metinde, bazılarının demokrat olmayı bir öz gibi algıladıklarını söylemiş. Bu algıya itiraz ediyor ve “demokrasiden yana veya karşı olmak bize bahşedilen tanrısal bir öz değil” diyor.
E, evet, tastamam öyle.
İşçi sınıfının mesela bir özü yoktu. Tarihi şöyle veya böyle yapacak bir özü… (Şimdi artık işçi sınıfının kendisi yok zaten ve işçi sınıfı açısından bakarsak, mevcut olmamak, tarih yapacak bir özne olmaya kıyasla daha tercihe şayan bir hal.)
15 Temmuz’dan sonra sokaklara dökülen kalabalıkların da bir özü yok. Oyunun dışındaydılar ve artık oyuna katıldılar ama bu hal kendiliğinden olumlu veya olumsuz bir hal değil. Oyuna nasıl ve niçin katıldıklarına bağlı olarak gelişecek bir halden söz edebiliriz. (Oyun terimini kullanıyorum ama lafın gelişi. Yoksa oyun filan yok, ileride söylemeye çalışacağım.)
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliğinin arka kapağında, Kundera’nın, “bu romandaki kişilerin her biri benim olabilirliklerimden biridir” gibilerinden bir lafı vardı. Kendimize –ve herhangi bir özneye– bir yığın olabilirlik olarak bakılabileceğini elbette romanı okumadan da hissediyordum ama bunun böyle ifade edildiğine ilk defa şahit olmuştum. Hoşuma gitmişti.
15 Temmuz’dan sonra meydanlara yığılan kitlelerin, bir özne olarak, bir yığın olabilirliği vardı. 2002’de vardı. 15 yaşındaki çocuğunu kaybetmiş bir anneyi hep bir ağızdan, sırf Erdoğan istedi diye yuhalayarak, o olabilirliklerin birçoğundan vazgeçtiler mesela. Daha önce de başka tercihlerle başka olabilirliklerinden vazgeçmişlerdi. Olabilirliklerimizin bir bölümünden vazgeçmekle, repertuar daralmaz. Çünkü her çatallanmada yeni olabilirlikler zuhur eder. Ama işte, yapılan tercihin versiyonları olarak… Yoksa –Aydınlanma Aklının zımnen varsaydığı gibi– olabilirlikler uzayı, her daim, bütün olabilirliklerin hep ihtimal dâhilinde kaldığı bir uzay değil. Arıların önünde hâlâ sayısız evrimleşme alternatifi duruyor ama bir zamanlar mevcut olan karınca olma alternatifi artık yok.
Neticede her seçiş bir vazgeçiştir.
Türkiye’nin yeni aktörleri olarak, kendilerine muhafazakârlar denen kesim, bir toplum olmak yerine Erdoğan’ın şeyinin kılları olmayı tercih etti. Bir ordu olmayı…
Daha önce muhtelif biçimlerde ve defalarca söyledim, orduda nefer olmak daha konforlu bir hal ve ordular güçlü şeyler. Kazanırlar ama hayatta kalamazlar. Hayatta kalabilmek, değişebilmek, uyum sağlamak orduların başarabileceği şeyler değil. Ben kendi hesabıma, kendilerine muhafazakâr denen ama aslında yeniliklere en az direnen, en kolay uyum sağlayan sosyal kesimlerin bir oyun kurma ihtimalini sevmiştim. Ve böyle bir olabilirlikleri vardı.
***
Bir vakit, İnternet ortamında eski bir arkadaşım, “bu Oyun Teorisi neyin nesi” türünden bir soru sormuştu. Bilenler bildikleri ölçüde cevapladılar. Ben ise, mealen, “matematiğin âlemi modelleme yetmezliğine karşı bir çaba” olarak tarif etmiştim Oyun Teorisini (Game Theory). Biz, elimizde yeterince veri varsa, matematiksel modeller yardımıyla, mesela hangi işi hangi tezgâha atayacağımızı bulabiliriz. Veya herhangi bir satıcının en az yol yaparak bütün alıcıları dolaşmasının güzergâhını bulabiliriz. Kullandığımız matematiksel modeller çok güzel şeyler. İşe yaradıkları bile oluyor. Bu yüzden, mesela hangi lise mezununu hangi fakültenin hangi bölümüne yerleştireceğimize karar verirken de benzer modellerden faydalanıyoruz.
Ama…
Öğrenciler tezgâhta işlenen pasif metal parçalarını andırmıyor. Şurada bir yerlerine bir delik delip, burada filanca ek yerlerinden kesiyoruz ama her ne yaparsak yapalım birbirinin tıpatıp aynı matematik öğretmenleri veya inşaat mühendisleri çıkmıyor. Mesele bizim eğitim sistemimizin yetersizliğinden filan kaynaklanmıyor, mesela Harvard da birbirinin tıpatıp aynı matematikçiler yetiştiremiyor. Çünkü eğitim bir oyun. Öğrencilerin müfredata, okula, eğitim metodolojisine karşı ama daha çok öğreticilere ve arkadaşlarına karşı oynadıkları bir oyun.
Aydınlanma aklıyla zımparalanmış beyinler de birbirinin tıpatıp aynı değil. Ama nasıl bütün öğretmenler –sadece aldıkları eğitim yüzünden değil, daha çok– öğretmenlik yaparak, yani yaşadıkları maddi şartların neticesi olarak, herkesi kendilerine bir şeyler öğretilecek öğrenciler olarak görmeye şartlanıyorsa, okullar da genel olarak Aydınlanmış kişiler yetiştiriyor. Dünyayı bir oyun olarak göremeyen, kendi bulduğu atama çözümü karşısında büyüleniveren, daha genelde problemleri birer optimizasyon problemi olarak algılamaya şartlanmış fertler…
Ama…
Bu hal öğrenilmiş olmakla o kadar da tehlikeli olmuyor. Ne zaman herhangi bir kişisel hayatın bir gerçeği, bir maddi şart olarak zuhur ediyor, o zaman tehlikeli oluyor –çünkü aslında o zaman öğrenilmiş oluyor. Başörtülü kızları üniversiteye almamak gerektiğini öğrenmek başka, ikna odaları kurarak onları üniversiteye almamanın teknolojisinin bir parçası olarak işe yarandığında bambaşka yani. İkna odaları kuranlar için hayat bir oyun değildi, başörtüsü, üniversite, genç kızlar gibi unsurların hangi şartlarda yan yana yerleştirileceğinin tayin edildiği bir atama problemi idi. Atama algoritmalarının her yere tatbik edilebileceği varsayımı, onu böyle problemlere de tatbik ettiğinizde artık karşı konulmaz ölçüde güçlenir. Aydınlanma akılının Aydınlanmanın müellifi olan toplumlardan çok bizim gibi Aydınlatılmış olanlarda baskın olması da belki bu yüzden. Çünkü bizim acelemiz vardı, siyasetten futbola her alanda problemleri Aydınlanma aklıyla çözmeye yeltendik ve işin tabiatının sergilediği direnci aşabilmek için yeterince güçlü odaklar inşa ettik.
Erdoğan’ın 2002’den itibaren ağır ağır Aydınlanma aklıyla zehirlediği kesimler, 2002’de, Aydınlanma aklının böyle uluorta her alana tatbik edilmesine karşı panzehir olma olabilirliğine sahip, bu olabilirliğe her kesimden daha çok sahip olan kesimlerdi. Atama problemlerinin atanan unsurlarıydı onlar –dolayısıyla hayatı öyle görmenin manasızlığını birinci elden tecrübe etmişlerdi. Bir oyun kurmaya kolaylıkla sevk edilebilirlerdi. Atayan taraf olmanın şehvetine tiryaki edildiler.
Anneannem “oynamasan oyun bozulur” derdi huysuz, geçimsiz birileriyle cebelleşmek zorunda kaldığında. Bir oyun oynadığının da farkındaydı yani, oyunun her birimizden daha mühim olduğunun da… Eğer oyun yoksa, hiçbirimiz oyuncu olamayız.
Anneannem ayrıca, “başı başkanın aklı başka olur” da derdi. Kendilerine muhafazakârlar denen ve kendilerinden sanki homojen bir şeymiş gibi söz edilen –benim de baştan beri öyle söz ettiğim– kesimler de aynı akla sahip kişiler değil. Her birinin aklı başka. Yani her birinin atama problemi için teklif ettiği çözüm başka. Ama hemen hepsinin âlemi atama problemleriyle modellenebilir –dolayısıyla doğru çözümler tatbik edilerek cennete çevrilebilir– bir pasif varlık olarak görmek konusunda aynılaştığını söyleyebiliriz. 2002’den bu yana, bu algının etrafında aynılaşma hususunda muazzam mesafe kat ettiler.
Ama yine de hayat direniyor –başı başkanın aklı başka. Başladılar gördüğünüz gibi, Yeni Şafakçılar Kararcıları, onlar Akitçileri, hepsi diğer hepsini düzeltmeye… İkna odaları uzak değil, her biri kendisi gibi olmayanları ikna etmeye soyunacak yakında.
Hayat direnir. Eğer önümüzde bir otuz yıl varsa, bir iki nesil bu problemlerle boğuşarak belki de manalı bir güzergâha ulaştırabilir Türkiye’yi. O vakit birileri, bu dönemde yaşananları, daha önceki dönemlerde yaşananlara bağlayıp, anlamlı görünen ve şık sebep sonuç zincirlerinin bir baklası olarak tarif edebilir. Neticede hayat, Kierkegaard’ın dediği gibi, geriye doğru anlaşılır, ileriye doğru ancak yaşanır.
Ama bence, defalarca dediğim gibi, otuz yılımız filan yok. Bir üst akıl bizim defterimizi dürmeye karar verdiğinden filan değil, vasıfsız bir yığın insan, bir kutsal ordunun neferi olarak, kestirmeden, hayatına mana yüklemeyi tercih ettiğinden… Başımıza gelenleri biz yaptık, bundan sonrasını da biz yapacağız.
***
Can Kozanoğlu Özal dönemini eleştirmek için Cilalı İmaj Devri adlı bir kitap yazmıştı. Özal, Sezen Aksu, Mustafa Denizli gibi öznelerin üzerinden toplumsal dönüşümü anlatmaya çalışmıştı. Ona bir nazire yazmıştım, Yontma Etiket Devri adıyla ve Demirel, Gencebay, Coşkun Özarı gibi özneleri –70’lerin ruhunu temsil eden özneler olarak– onun öznelerinin karşısına koymuştum. Bugünleri anlatan benzer bir kitap tasarlasak, Erdoğan, Terim, Aziz Yıldırım, Ağaoğlu filan gibi öznelere müracaat etmemiz gerekecek.
Hesabı size bırakıyorum, yukarıdaki özne listelerinden birini seçmeniz gerektiğinde hangisini tercih edersiniz? Sorduğum soru da son derece basit: Periferiden merkeze taşınan son listedeki öznelerin oldukları gibi olmaları şart mıydı? Başka olabilirlikleri yok muydu?