Oyun ve Koreografi

Platon’un diyalektiğinde, Sokrates birileriyle karşı karşıya gelir. Sokrates sorar, karşısındaki cevap verir. Netice, kaçınılmaz olarak, esas oğlanın, yani her şeyin doğrusunu bilen Sokrates’in çürütülemeyeceği bir noktaya evrilir. Doğru bulunur. Herkes felaha erer. Artık yapılması gereken biricik şey kalmıştır. Tabiatın bağrına kazınmış ama her nasılsa biçare gözlerden saklanmış ve fakat Sokrates’in keskin gözlerinden kaçamayan hakikati hep birlikte kabul edip, bir sonraki hakikatin peşine düşmek.

Ne Platon, ne de Sokrates açıkça söylemezler ama bu yaklaşımın bir dizi temel varsayımı var. Platonik diyalektikle sınanmamış varsayımlar. Hepsini saymaya gücüm yetmez. Ama mesela değişmez bir hakikatin mevcut olduğu, bu hakikatin herkes için geçerli olduğu, bir tek insan aklıyla erişilebilir olduğu gibi varsayımlar, Platon’un konuları arasına girmez. Onlar zaten herkes tarafından kabul edilmiş olmalılar.

Hal böyle olunca, mesela Maliki’nin Bağdat’ta Sünnileri dışlayan bir anlayışla hükmetmesini, hakikati bulamamış olmasıyla açıklamak mümkün. Ama Maliki, tam da Platonik bir metotla, neden öyle yaptığını açıklayabilir size. Veya, şimdi Bağdat kapılarına dayanan, ellerindeki silahların gücünden başı dönmüş, kendilerini dünyayı tanzim etmekle mükellef ve buna mukadder hisseden zibidiler de hakikati bildiklerini, kendileri dışındaki herkesin ya aptal, ya satılmış veya hain olduğunu size ispatlayabilirler.

İşin çatladığı nokta bu: Hakikat yok.

***

Mevsim, Dünya Kupası mevsimi. Futbolla örnekleyelim. İki takım sahaya çıkıyor. Kazanmak için ne yapılması gerektiğinin bir formülü var mı? Yok. Var da bilinmiyor değil, yok. Çünkü oyun, değişmez bir tabiatı olan tabiata karşı oynanmıyor, tastamam sizin gibi olan bir rakibe karşı oynanıyor. Ve rakibin ne yapacağını bilemezsiniz. Dolayısıyla sizin ne yapacağınız, rakibin yapacakları hakkındaki tahminlerinize yaslanır. Önceden yaptığınız bütün hazırlıklar, eksik (ve eksik olması kaçınılmaz olan) bilgiye dayanmak zorunda.

Ama zaten, önceden yaptığınız bütün hazırlıklar da, hakem başlama düdüğünü çaldığı anda, büyük ölçüde manasızlaşır. Manası olan iki faktör sayılabilir.

Birincisi, uzun dönemli, ülkelerin futbola bakış açılarını yansıtan genel stratejiler. Yani mesela del Bosque İspanya milli takımının başında değil de Finlandiya milli takımının başında olsa, tastamam aynı şeyleri yapması manasız olur.

Bir de anlık hamleler tayin edici olur. Silva orada o topu ağlarla buluşturabilse, ilk yarı 1-1 değil de 2-0 bitse, birçok şey değişik seyredecekti. Öteki türlü oldu ve şimdi birçok şey, olmuş olana göre şekillenecek. Sadece Dünya Kupasındaki birçok maçın stratejisi değişmekle kalmayacak, mesela birçok futbolcunun kaderi değişecek. İspanya-Hollanda maçında sahada olmayan birçok futbolcunun da… Çünkü ikinci turdaki eşleşmeler bu neticeye göre şekillenecek, hangi takımın yola devam edeceği değişecek, kimlerin kendilerini gösterme fırsatı bulacağı değişecek ve saire…

***

Sizin ne yaptığınıza sessizce boyun eğen, sizin tercihlerinize göre biçimlenen bir âlemde yaşamıyoruz. Her yaptığımıza cevap veren, bizim tercihlerimize göre sürekli değişen bir âlemde yaşıyoruz. Maliki tercihlerini —kendisine değişmez hakikati biliyormuş da ondan yapmış gibi gelse de— tarih boyunca yapılmış hamlelerle şekillenmiş bir satranç tahtasında, oyunun orta yerinde, bütün taşları istediği gibi dizemeyeceği bir noktada, karşıdaki sayısız oyuncunun her birinin muhtemel hamlelerinin neler olacağını asla bilemeden yapıyor.

Dahası var (ve dünyayı Platonik bir bakış açısından okuyanlar için en acıklı olanı da bu). Maliki hamlelerini yaparken mevcut olmayan bazı oyuncular, o hamlesini şöyle değil de böyle yaptığı için zuhur ediyor.

Maliki yaptığı tercihi yapmak zorunda değildi. Eğer âlemi Platonik bir perspektifle okumasaydı da, Orta Doğunun gerçeklerinden süzülmüş bilgeliğe itibar ederek yapsaydı, zaten tercihleri böyle olmazdı. Çünkü meseleyi bir oyun olarak gördüğünüzde, kendinizle, âlemle, âlemin diğer bütün unsurlarıyla aranızdaki ilişki başka türlü şekillenir.

Oyun oynamak zor iş. Herkes oyun oynamayı beceremez. Hep mızıkçılar oldu hayatınızda, çocukluğunuzdan beri. Kendileriyle oyun oynanamayacak insanlar. “Top benim” deyip, herkesin ne yapması gerektiğini bildiğini düşünüp, kendi bildiğini dayatan birileri.

Halk oyunları mesela, bir koreografın çizdiği koreografiye göre oynanmaz. Yani halk, kendi oyunlarını öyle oynamaz. Herkes, zaman içinde oluşmuş, herkesçe paylaşılan figürler çerçevesinde, bir diğerinin adımına adım uydurur. Ortaya bir dans çıkar. Ama Platonik anlayış, bir koreograf olmadı mı, ortaya bir düzen çıkamayacağı varsayımıyla iş görür. Dolayısıyla ortaya koreograflığa hevesli bir yığın kifayetsiz muhteris çıkar. Yani zuhur eder. Maliki hıyarlık yapmasaydı, IŞİD diye bir belamız zuhur etmeyecekti ya, eğer bir koreograf olmasa da bir oyun oynayabileceğimizi ve o oyunun daha verimli, daha yaratıcı olacağını kabul edebilmiş olsaydınız, ne Maliki ne de Erdoğan zuhur edemeyecekti.