Oyuna Devam
Güneş ile dünyanın veya dünya ile ayın yaptığı şey bir tür dans, bir oyun sayılabilir. Ancak bu oyunlar bir tür periyodik çekiciye (attractor) sahip. Dolayısıyla ayın, mesela 20 Ekim 2052 tarihinde, Türkiye saati ile 22:55’te hangi konumda olacağını ve Türkiye’den nasıl görüneceğini hesaplayabileceğimiz matematiksel modeller kurmak mümkün. Modeldeki denklemlere t yerine ilgili tarih ve saat, coğrafi koordinatlar yerine de gözlem yapılacak yerin koordinatları konduğunda, şıp diye istediğimiz neticelere ulaşabileceğimiz modellerin kurulmasının mümkün olduğunu zannediyorum yani.
Oyun (game) dediğimiz oyunlarda öyle olmuyor/olamıyor. Çünkü oyuncuların biri diğerinin yörüngesinde, biteviye aynı hareketi tekrarlamıyor. Bir oyuncunun bir hamlesi, karşısındaki oyuncunun mümkün hamlelerinin repertuarını sınırlıyor ama belirleyemiyor. Karşıdaki hamlesini yaptığında da, bu defa berikinin hamle repertuarında benzer bir sınırlanma oluyor. Dolayısıyla, mesela bir satranç oyununun muhtemel neticesini, oyun oynanmadan önce tahmin etmek mümkün değil.
Böyle, neticesi baştan tahmin edilemeyecek olan sistemler de, Aydınlanma aklının pek hoşuna gitmiyor. Ama öyle sistemler var —en azından satranç mesela. Eh, onların mevcudiyetini inkâr etmeden Aydınlanma aklını istihdam etmeyi sürdürmenin bir yolu da, oyunlar ile ciddi işleri birbirinden ayırmak. Orada bir yerlerde, herhangi birimizin kaderini tayin etmeyecek, çocukça, malayani şeyler var ama biz burada, herhangi bir ciddi işi, gerekli değişkenleri denklemdeki yerine koyuvermekle çözümünü bulabileceğimiz matematiksel modellerle yapalım. Yapmalıyız.
Yani?
Dünyadaki bütün ciddi işler, ayın dünya etrafındaki hareketini modellemekte kullandığımız türden —elbette tastamam aynı değil ama aynı aileden— matematiksel modellerle modellenebilir diye varsayıyor Aydınlanma aklı. Lakin öyle değil. Mesela iktisat öyle modellenemiyor.
İktisada Giriş derslerinde, basitten başlayıp giderek karmaşıklaşan denklemler görürsünüz. Ama en babayiğit İktisada Giriş kitabının bile sonuna geldiğinizde, eğer matematikle aranız pek fena değilse, karşılaştığınız denklemler o kadar da içinden çıkılmaz, korkutucu şeyler olmaz. Olsa olsa Marks’ın denklemleri kadar karmaşık olurlar. Ne de olsa Marks, pek matematik dehası sayılmazdı. Döneminin ruh durumunu tanımlayabilmek için “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” gibi parlak cümleler kurabilen bir tür edebi deha sayılabilir ama matematikten —hatta iktisattan— pek de anlıyor sayılmazdı.
İktisada Giriş ders kitaplarındaki denklemlerden çok daha karmaşıklarını, mesela Ekonomi Nobel’i sayılan ödülü alanların önemli bir bölümü kolaylıkla kurabiliyor ve hatta çözebiliyorlar. Ama hangi borsada hangi hisse senedinin değerinin —bırakın 20 Ekim 2052 tarihini— yarın ne olacağını tahmin edemiyorlar.
Devam etmeden belirteyim, bu tahmin edilebilirlik/edilemezlik mevzuu karışık bir mevzu. Bir yandan âlemin deterministik olup olmamasına, öte yandan her şeyin nokta veya periyodik çekicilere yakınsamayıp bazı şeylerin garip çekicilere (strange attractor) yakınsamasına, daha da öte yandan eksiksiz bilginin derlenip derlenemeyeceğine kadar uzanan bir dizi yapısal/felsefi unsuru var mevzuun. Ama Aydınlanmacı akıllar, kuantum seviyesindeki —mevcudiyetini inkâr edemedikleri— tesadüfilikler gibi bir yığın deliğe rağmen, mesela hisse senetlerinin akıbetinin tahmin edilebilir olduğunu varsayıyorlar —ve bir yığın ciddi iktisatçı, ciddi ciddi örüntüler arıyor, modeller geliştirmeye çalışıyor hisse senetlerinin yarınki değerini tahmin edebilmek için.
İmdi…
Basitten başlayalım. Diyelim ki, İMKB’de işlem gören A hissesinin yarınki değerini tahmin edecek bir matematiksel model kurabildiniz. Aydınlanmacı akıllara göre, o halde, (a) B hissesinin, C hissesinin, yani bütün hisselerin değerlerini tahmin edecek modeller kurulabilir ve (b) bunu siz yapabilmişseniz, artık sizin bilgi seviyenize sahip olan herkes yapabilir. Dolayısıyla, yol bir defa açılmışsa, tez zamanda öyle bir gün gelecektir ki, her isteyen, herhangi bir gün, herhangi bir borsada ertesi gün hangi hisse senedinin hangi değere sahip olacağını bilecektir.
Eh, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, her yatırımcı, ertesi sabah gonk çalar çalmaz, en çok kâr ettirecek olan hisse senetlerine hücum edecektir. Bu durumda da o hisse senedinin değeri, bir gün önce tahmin ettiğiniz değer ile kıyaslanmayacak seviyelere yükselecektir. Yani tahmininiz tutmayacaktır.
Çünkü…
Fiyat dediğiniz şey, esas itibariyle, bir oyundaki aktörlerin tercihlerinden zuhur eden bir bilgidir. Bilgiden ibarettir. Siz eğer, oyunun dışından, oyundaki aktörlerin davranışlarının neticesi olan o bilgiyi bilebiliyor olsaydınız, o bilgiyle oyuna girdiğiniz anda, bildiğiniz bilgiyi değiştirmiş olacaktınız.
Yani?
Yani Aydınlanma aklına göre, eğer dışarıdan —Aydınlanmacıların pek sevdikleri tabirle nesnel— bilgiye sahip olabiliyorsanız, o bilgiyle oyunun oyuncusu olabilmenizin engellenebilmesi gerekir. Aksi halde bilgi değişir —yani tahminler yanılır, tahmin edilememiş olur.
Kuantum tuhaflıklarından biri, ölçülen değerin, onu ölçen biri tarafından ölçülene kadar mevcut olmadığını söylüyor kabaca ve bu da Aydınlanmacıların hoşuna gitmiyor. İtiraz, şık bir motto halini aldı: “Kimse gözlemese de ormanda ağaçlar düşer.” Kimse görmese de ormanda ağaçlar düşer mi bilmem ama iktisatta, eğer fiyat bilgisi tahmin edilebiliyor olsaydı, tahminin gerçekleşebilmesi için, o tahmini yapan öznelerin herhangi bir iktisadi faaliyette bulunmaması gerekirdi. Yani iktisat ormanında ağaçların düşmeyi sürdürebilmesi için, ağacın düşeceğini bilenlerin ormana girememesi, ağaçların düştüğünü görememesi gerekiyor. Ancak kimse görmezse ağaçlar düşüyor yani. Bir bilgiye sahip olmamız o bilgiyi değiştiriyor olduğundan, hangi donanıma sahip olursak olalım bilemez/tahmin edemez oluyoruz.
Herhalde aşikârdır, mesele iktisatla ilgili bir mesele değil. Mesele oyunlarla ilgili bir mesele. Oyunun tabiatından zuhur eden bir mesele. Ortada bir oyun varsa, piyasa varsa, yarın ne olacağını bilemeyiz. Çünkü… Özetleyerek tekrarlıyorum: Bilebiliyor olsaydık, bildiğimiz şey değişirdi. Sadece bildiğimiz için. Çünkü zaten ortada sadece bilgi var. Çünkü… Teknik tabirle tekrarlayayım: Oyunlarda nesnel bilgi olmaz. Veya —en azından— nesnel olarak ulaşılamayacak çok geniş bir bilgi alanı ihtiva eder oyunlar.
Galip ihtimal Aydınlanmacı bir tarafınız var. Aydınlanmacı kabulleriniz var —onların Aydınlanmacı kabuller olduğunu bilmeseniz de… Büyük ihtimal, bilim ilerlediğinde, iktisat bilimi yeterince ilerlediğinde, hisse senetlerinin gelecekteki değerlerinin bilinebileceğini —neden olmasın— düşünüyorsunuz/düşünüyordunuz. Size kimse, hisse senetlerinin yarın ne değer alacağı bilgisinin o bilgiyi değiştireceğini, dolayısıyla bilebilecek olsaydınız bilemez olacaktı olduğunuzu söylemedi.
Neden?
Çünkü bu hal, Aydınlanma aklına muhalif. Hâlbuki sizin Aydınlanma mümini olmanız isteniyor.
Kimse fesatlığından, kötülüğünden yapmıyor bunu. Sizi Aydınlanma mümini yapmak isteyenler de, tıpkı sizin gibi, Aydınlanma dininin dünyayı, insanlığı felaha ulaştıracağını, üstelik —eğer Aydınlanmaya iman edersek— felaha ulaşmak için ölümden sonrasını beklemek zorunda kalmayacağımızı düşünüyorlar. Aklın yolu bir değil mi? Herkes o yolda yürürse, herkes her bir kararını bilimsel metotlarla, dosdoğru bir biçimde verirse… Türk Milli Takımı İzlanda’ya beş atacak…
Bir dakika… İzlanda da aynı yollardan yürüyecek olduğundan… İşler yine karıştı.
Neyse, futbol filan, neticede bir oyun, çocukça bir iş. Ciddi işlerde, mesela iktisatta, herkes her kararını bilimsel metotlarla verirse, herkes zenginleşecek, daha hızlı zenginleşecek ve saire…
O halde hisse senetlerinin, hatta daha genelde her şeyin fiyatlarının, şeyleri alıp satanların karşılıklı hamleleriyle oluşmayan, nesnel —yani fiyat bilgisine sahip birileri olsa onların bilgisinin de değiştiremeyeceği— şeyler olması gerekiyor.
Aydınlanma aklına göre, fiyat zaten de —başka her şey gibi— nesnel bir şey. Aydınlanma aklı nasıl her şeyi bileşenlerine ayırıyorsa, fiyatı da maliyet ve kâr olarak ikiye ayırıyor, maliyeti sabit maliyetler ve değişken maliyetler olarak ikiye ayırıyor, değişken maliyeti…
Öyle gidiyor işte. Neticede önümüze kocaman, cafcaflı bir fiyat tarifi çıkıyor ki biz tarifin gösterişliliğinin büyüsüne kapılıp, fiyat denen şeyin aslında alan ve satan arasındaki bir mutabakattan ibaret olduğunu unutuyoruz.
Biz unutsak da, İktisat kitapları fiyatı bileşenlerine ayırıp her bileşeni sayfalar boyu analiz etse de, fiyat, esasında, sadece basit bir mutabakat ve herhangi bir matematiksel modelle ifade edilebilir değil. Aydınlanmacıların istediği gibi öyle karmaşık, çok bileşenli, daha da küçük bileşenlerine ayrılabilir gösterişli bir şey olsaydı, matematiksel bir modelle ifade edilebilir olacaktı. Ama değil. Nokta.
Marks, yaşı icabı Leninist değildi, olamazdı —öldüğünde Lenin, henüz 13 yaşında bir çocuktu. Lenin Marksist olabilir miydi? Olabilirdi. Öyle olduğunu da iddia etmişti zaten. Ama fiyat denen şeyi bileşenlerine ayıranlardan olsa da Marks, netice itibariyle, fiyatın zuhur ettiği mekanizmalara müdahale etmeden/edemeden öldü. Lenin’in elinde kudret vardı, müdahale etmeden yaşamaya da pek tahammülü yoktu. Marksizm’in icabı olarak yaptığını iddia ederek, fiyatların dışarıda, nesnel olarak belirlendiği bir sistem kurmaya teşebbüs etti. “Bazı şeylerin fiyatının” diyelim —çünkü bu tür teşebbüsler her vakit devasa bir karaborsaya sebep olur, yani fiyat dediğiniz melun, mutabakatla belirlenmek konusunda inat eder.
Fiyatı belirlemeye kalktığınızda… E, evet, şeylerin yarınki fiyatını —gerçek, yani karaborsa fiyatını değilse de, sizin tayin ettiğiniz raf fiyatını— tahmin edebilirsiniz ve o tahmin fiyatların değişmesine sebep olmaz. Aydınlanma aklının olmazsa olmaz unsurlarından biri olan nesnellik de, böylelikle, kurtulmuş olur.
Ama âlem nesnel değil. Ormanda ağaçlar, kimse onları görmese de düşüyor olabilirler —ormanda ağaçların düşmesi yani, nesnel olabilir. Ama bu, âlemin nesnel olduğu manasına gelmez, âlemde nesnel unsurların da olduğu manasına gelir olsa olsa. Âlem nesnel değil ve bu hal Aydınlanmacıların kabullerine ters olduğundan… (a) Dünyadaki bütün mutsuzlukları âlemin nesnel davranmamasıyla ilişkilendirmeye eğilimlidirler ve (b) demek ki herkesin mutlu olabilmesi için —ki Aydınlanmacılara göre bu mümkündür— âlemi nesnel davranmaya zorlamak gerekir. Eh, neticede murat edilen şey herkesin mutluluğu olduğuna göre, böyle bir zorlama meşrudur da…
Burada verdiğim misallere tatbik etmiş olamayabilirsiniz, bu kelimelerle söylemiyor da olabilirsiniz ama büyük ölçüde burada karikatürize etmeye çalıştığım gibi düşündüğünüzden ve ona göre tutum aldığınızdan şüphem yok. Şu veya bu ölçüde Aydınlanmacısınız, şüphem yok. Herkesin iyiliğini, mutluluğunu gözeten bir merkezi otorite fiyatları belirlemeli, hatta —kendi aklına bırakılırsa zırvalıyor olduğundan— Barzani’nin ne yapacağını da belirlemeli, ABD’nin başında Trump gibi biri olmamalı… Her şey yoluna girmeli.
Aydınlanma aklı bizi müthiş zenginleştirdi. İnsanlığın büyük sıçrayışlarından biri. Ama işe yaramadığı, hatta ayak bağı olduğu alanlara da sirayet etti ve… Zaten tabiatı icabı bir din gibiydi. Okullar marifetiyle toplumun en ücralarındaki hücrelere nüfuz etti. Hele bizim gibi en geç ihtida eden toplumlarda en fanatik imamlarını yetiştirdi —hep öyle olur. Bir vakittir de başımızın en büyük dertlerinden biri…
Âlem deterministik değil, nesnel değil, çizgisel değil, Aydınlanma aklının tartışmaya bile yanaşmadan kabul ettiği daha bir yığın vasfa sahip değil. Âlem, çok sayıda öznenin birbirlerine karşı oynadıkları bir oyun. Öznelerin muhtelif ittifaklar kurup takımlar halinde birbirlerine karşı oynadıkları, sonra ittifakları bozup başka takımlar halinde oynamaya devam ettikleri bir oyun.
İyi ki de öyle.
Kendinizce akıllıca davranıp kaybediyorsanız, Erdoğan’ın yaptığı gibi birilerini suçlayıp durmanın manası yok. Belki de, siz bir oyun oynuyor olduğunuzu bilmediğinizden kaybediyorsunuz. Veya oyunu bilmediğinizden. Veya rakipleriniz sizden daha iyi oynadığından.