Polemik Dediğin…
Bizim iki ordu halinde silahlanıp, dünyayı kurtarma ihalesini kapmak için dövüştüğümüz yıllarda, 1975’in bahar aylarında, Harvard profesörlerinden Edward O. Wilson’un, Sociobiology: The New Synthesis adında, alışılmamış boyutlarda (24,5 x 24,5 cm ve 700 sayfa) bir kitabı yayınlandı. Kitabın sadece boyutları değildi garip olan, pek çoğu kamuoyu tarafından pek bilinmeyen, Latince isimli bir yığın hayvanın davranışlarını anlatan kitap, muhtevasının ve boyutlarının hiç umdurmadığı bir satışa ulaştı.
Kış gelmeden Amerikalılar da iki kampa ayrılmış ve —pek bizim telaşımızı andırmasa da, kendi kavillerince— dünyayı kurtarma telaşına düşmüşlerdi. Wilson’la aynı çatı altında çalışan başka bazı profesörler, Sociobiology’ye karşı şiddetli bir kampanya başlattılar. Başlarını Gould ve Lewontin’in çektiği solcu (?) profesörler, sadece çeşitli popüler bilim dergilerinde ya da günlük gazetelerin kitap eklerinde ve/veya köşelerinde Wilson’u ve kitabını eleştirmekle yetinmediler, çok geçmeden bir tür sivil direniş örgütlendi. Mesela Sociobiology hakkında yayınlanan hemen her olumlu şeye itiraz etmeyi kendisine görev addeden, Sosyobiyoloji Çalışma Grubu (Sociobiology Study Group) adıyla bir grup kuruldu. Mahcup profesör Wilson bir bilimsel kongrede bildirisini sunmak için tam kürsüye çağrılmışken, on kadar aktivist sahneye fırladı, “Irkçı Wilson saklanamazsın, seni jenosidle yargılıyoruz” yaygaraları arasında, masanın üzerindeki suyu Wilson’un başından aşağı döktüler ve yine aniden ortadan kayboldular. Benzerine sık rastlanmayan polemik atmosferi, bu tür gösterilerle kızıştı.
Neydi Wilson’un kitabında birilerini bu kadar tahrik eden?
Wilson Sociobiology’de, bir giriş bölümünden sonra 25 bölüm boyunca çeşitli sosyal hayvanların davranışları hakkında ayrıntılı bilgiler vermiş, hayvan davranışları üzerine —birçoğunu kendisinin yaptığı— yıllara yayılmış araştırmalardan çıkardığı neticeleri ortaya koymuştu. Kimse Wilson’un çıkardığı neticelere itiraz filan etmedi, Wilson’un sosyal hayvanlar hakkındaki otoritesini hasımları bile tartışmaya kalkmadılar. Kıyamet Man: From Sociobiology to Sociology (İnsan: Sosyobiyolojiden Sosyolojiye) başlığını taşıyan son bölüm yüzünden koptu.
Son bölümün başında Wilson, insanı tabiat tarihine yerleştirmenin zamanının artık geldiğini iddia ediyordu. Kendimizi başka bir gezegenden gelmiş ve yeryüzündeki sosyal türlerin kataloğunu tamamlamaya çalışan zoologların yerine koyarak bakacak olursak, Wilson’a göre, beşeri ve sosyal bilimler biyolojinin uzmanlaşmış dalları haline gelecek, tarih, biyografi ve edebiyat insan etolojisinin araştırma protokolleri olacak, ve antropoloji ile sosyoloji bir arada, bir tek primat türünün —yani insanın— sosyobiyolojisini meydana getireceklerdi.
***
Wilson’a yapılan ve sıklıkla endazesinden çıkan taarruzları anlayabilmek için filmi biraz geriye sarmak lazım. 1970li yıllar, Amerika’da ırk ayrımcılığının —hukuki olarak aşılmış olsa da, zihinsel ve sosyolojik olarak— henüz yoğun bir biçimde hissedildiği yıllardı. Irk ayrımına karşı olanlar, kazanılan mevzilerin kaybedilmesi ve ayrımcılığın yeniden zemin kazanması endişelerinden kurtulmuş değillerdi. Bir yandan da Amerika’da —bugün pek kimse hatırlamasa ve o günleri yaşamamış olanlar pek ihtimal vermese de— Sovyetler Birliği karşısındaki ölüm-kalım savaşının kaybedilmek üzere olduğu kaygıları yoğunlaşmıştı. Amerikan eğitiminin Sovyet muadilinden çok geri olduğu yolunda yaygın bir kanaat vardı ve bu, yarışın kaybedilebileceği kaygılarını besliyordu.
Hal buyken, 1969’da siyahlar ile beyazların aynı okullarda okumasını eğitim sisteminin çöküşünün temel sebebi olarak gösteren bir bilimsel (!) makale yayınlandı (A. R. Jensen, “How much can we boost IQ and scholastic achievment?” Harvard Educational Review, Cilt 39, 1969, s. 1-123). Makaleye göre siyahlar ile beyazların IQ testlerindeki skorları arasında 15 puan fark vardı ve bunun genetik bir orijini olduğunu görmezden gelmenin mantığı yoktu. Dosdoğru söyleyecek olursak, siyahlar beyazlara kıyasla çok daha az zeki idiler ve aynı dersliklere girmelerine izin verilince, beyaz öğrencilere zaman kaybettiriyorlar, onların da performansını düşürüyorlardı. Fazladan, siyahlar ile beyazlar arasındaki fark genetik bir farktı, yani diğer unsurların iyileştirilmesiyle filan giderilmesi mümkün değildi. Sözün kısası, boşuna uğraşılıyordu ve —fondaki kaygıyla birleştirerek söyleyecek olursak eğer— siyahlar ile beyazların aynı dersliklere sokulmasındaki ısrar sürdürülecek olursa, Amerika, insanlığın bu en büyük eseri, Sovyetler Birliği şeytanının karşısında mağlup olacaktı.
1971’de, bu defa bir başka Harvardlı, Herrnstein, fırsat eşitliği üzerinde yapılan vurgunun yoğunlaşmasının işaret ettiği kadarıyla, geleceğin toplumunun IQ düzeylerine göre sınıflanacağını öne süren bir makale yayınladı (R. Herrnstein, “IQ”, The Atlantic, Eylül 1971, s. 43-64). Amerika’da —en hafif tabiriyle— kıyamet koptu. Herrnstein’in dersleri engellendi ve Harvard’da dört bir yana, “ırkçılık sebebiyle arandığı” ibaresini taşıyan afişler yapıştırıldı.
***
Her ne kadar Sociobiology’nin tam 65 sayfayı bulan ve 2500’den fazla maddeden meydana gelen bibliyografyasında Jensen’e yer vermemiş olsa da, Wilson’un, hemen yanı başında olup bitmiş olanlardan habersiz olmadığını kolaylıkla düşünebiliriz. Wilson’un gözü kara müdafilerinden Segerstråle de Wilson’un Jensen ve Herrnstein’in başına gelenlerden haberdar olduğunu ve Sociobiology’de, kendince tedbirlerini aldığını öne sürüyor (The Defenders of Truth).
Segerstråle nasıl tevil ederse etsin, Wilson —başka yerlerde ve Segerstråle ile yaptığı görüşmelerde belki daha tedbirli davranmış olsa da— Sociobiology’de, zekâyı ve IQ testlerini önemsiz şeyler olarak tasnif etmez. Olup olacağı, IQ testlerinin, zekânın sadece bir alt kümesini ölçtüğünü söyler (dönem hesaba katılırsa, ciddi bir öngörü). Sociobiology’nin son bölümünde, bazı toplulukların diğerlerine kıyasla daha zeki olabilecekleri ve diğerlerini ortadan kaldırmalarının da bu zekâ farkıyla açıklanabileceği defalarca dile getirilir.
Irkçılık, sosyal Darwincilik, öjenik ve hatta jenosid gibi karabasanların hatıralarının taze olduğu zihinlerde, Wilson’un önermelerinin, bazılarını tahrik etmiş olmasını anlamak zor olmasa gerek. Lewontin, Gould ve onların izinden gidenler, demek ki, Sociobiology’nin kamuoyunda gördüğü ilgiyi ve aldığı olumlu eleştirileri ciddi bir tehdidin işaretleri olarak okumuşlardı. Canlıların sadece bazı fizyolojik özelliklerinin değil, aynı zamanda davranışlarının da genetik kodda kaydedilmiş olduğunu öne sürmenin, karşı oldukları mevcut sosyopolitik yapıya meşruiyet kazandıracağından endişe etmişlerdi. Yani bir yanda Wilson ve onu destekleyenler insan davranışlarının objektif, yani gözlemci insanın değer yargılarından bağımsız bir bilimini oluşturarak insanlığı kurtarmaya niyetlenmişlerken, öte yanda Lewontin, Gould ve taraftarları, dünyayı Wilson’un indirgemeciliğinden kurtarmak üzere teksir makinelerinin başına geçmişlerdi.
Toplumun hassasiyetlerinin neler olduğu, bilim adamının toplumsal hassasiyetleri dikkate almasının gerekip gerekmediği, ya da alması gerekiyorsa nelerden taviz verebileceği, nelerden veremeyeceği gibi hususlar, Sosyobiyoloji polemiğinin belkemiğini meydana getirdiler. Polemik, her şeyden çok, bilim adamlarının sosyal mesuliyetleri ekseninde gelişti. Karşıtlarının bakış açısından bakıldığında, Wilson, son tahlilde, insan davranışının genetik bir determinantı olduğunu öne sürmüş oluyordu. Başka bir deyişle, Wilson’un programına göre, iki insanın kabiliyetleri arasında bir fark varsa, söz konusu farkın genetik bir sebebi de olmalıydı. Benzer biçimde ilgiler, duygular, beceriler ve daha neler varsa hepsi, genetik olarak tayin edilmiş faktörlerdi. Dolayısıyla, şöyle düzenli bir topluma ulaşmak isteyenler, söz konusu genetik kodları dikkate alarak, hesaba katarak, uygun programlar geliştirmeyi düşünebilirler ve buna da Wilson’un Sociobiology’sinden delil getirebilirlerdi. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı Wilson’un Sociobiology’si yüzünden, her zamankinden daha yakındı. Eğer suç işlemenin genetik bir sebebi varsa, o halde, pekâlâ suçlu genlerine sahip olan bebekler yok edilebilir veya hatta doğumları engellenebilirdi.
***
Bütün bu hikâyeyi hatırlatma ihtiyacını neden hissettim? İbret alınacak çok şey olduğu için. Bugün üçü…
Bir.
Türkiye sadece şimdi, Erdoğan rejimi altındayken değil, çok uzun süredir dünya gündeminden kopuk. Kendi gündemimiz ise kısır.
İki.
1970’lerde başlayan, 1980’lerde hızlanan ve 80’lerin sonunda kurumsallaşan dönüşüm, Amerikan Üniversitelerini de benzer tartışmaların yaşanabileceği arenalar olmaktan çıkardı. Neden öyle yapıldığı ayrı mevzu, boşluğun nasıl dolacağı (veya doldurulamamasının maliyetinin ne olacağı) ayrı…
Üç.
Lewontin’in başını çektiği kesim, benim de haklı bulduğum endişelerle, Sociobiology’ye (ve Wilson’a) çok şiddetli, zaman zaman şirretçe bir taarruz sergilediler. Bu taarruz sırasında, Türkiye’de devrimleri koruma ve kollama vazifesini kendi üstüne alan kurumlar gibi davrandılar. Amerikan Antropoloji Derneği’nden Birleşmiş Milletler’e kadar geniş bir yelpazedeki kurumları, güçleri yettiği oranda, kendi politik tutumlarının kalkanı olarak örgütlediler. Bilim camiasında ırk kelimesinin kullanılışını utanılacak bir tutum haline getirdiler. Ve saire. Neticede gösterişli bir zafer kazandılar. Bilim dünyası hizaya geldi, bir otoriteye ihtiyaç olmadan, otosansür işi gördü.
Ama…
Wilson’un Sosyobiyoloji terimi kullanılamasa da, daha utangaç bir Evrimsel Psikoloji başlığı altında, Wilson’un hayalleri yeşermeyi sürdürdü. Nicholas Wade’in A Troublesome Inheritance’te kullandığı dilden hissettiğim kadarıyla, şimdi dalga geri dönmeye başladı.
Dün sözünü ettiğim Belyaev deneyi, Wilson’un —ve mesela Dawkins’in de— çok önemsedikleri teferruatta ciddi ölçüde yanıldıklarını (mesela genler ile muhtelif fenotip özellikleri ve davranış tercihleri arasında birebir bir eşleşme olmadığını) ama genel resimde haklı olduklarını (insan tercih ve davranışlarının sadece kültürel bir determinanta sahip olmadığını, genetik bileşenin önemli olduğunu ve genetik bileşenin de ırklar arasında rasgele dağılmadığını) destekliyor. Gözden uzakta sürdürülen, unutulmuş bir deneyin, ansızın, birbiriyle alakasız ortamlarda ortaya çıkıvermesi de gösteriyor ki, yakın geleceğimizde bu hususlar ciddi yer tutacak.
Ne diyeyim, Allah yar ve yardımcımız olsun.