“Post-Post-Truth”
Cemaatin eline geçmeden önceki Zaman gazetesi, son derece sınırlı baskı sayısı ve son derece yetersiz dağıtım kabiliyetine rağmen “müessir” bir gazeteydi —defaatle operasyona uğraması ve sonunda Cemaatin ele geçirmesine göz yumulması da, tesiri yüzündendi zaten. O dönemde gazetede, gazeteciliğin yanı sıra, muhtelif “muziplikler” de yapılmıştı. O muzipliklerden biri, “Cumhuriyetçi Aydınlar Ne İstiyor” gibi bir başlıkla yayınlanan, tam sayfa bir röportajdı. Tamamı yalandı. Fotoğraflar ilgisiz yerlerden alınmış, manasız tarihlerle tarihlenmiş, bir takım insanlara söylemedikleri sözler yakıştırılmış… Öyle bir şey işte.
O dönemde haftalık bir dergi de çıkıyordu, galiba Yeni Gündem adıyla. Murat Belge o dergide mühim bir pozisyondaydı. Dergide Kirpinin Köşesi gibi bir başlıkla yayınlanan, o haftanın gazetelerini eleştiren spotlardan oluşan bir köşe vardı. Zaman gazetesinin ilgili sayfasına “yakışmadı bu” türü bir eleştiri o haftaki dergide yer aldı. Ertesi günkü Zaman’da, “dolmuşa binmiş kirpi” karikatürü yayınlandı.
Mesele şuydu: Zaman gazetesindeki röportaj, Cumhuriyet’te tefrika edilen “İslamcı Akımlar Ne İstiyor” adlı bir röportaja göndermeydi. Mizanpaj tastamam aynıydı. Üslup taklitti. Ve… Tahmin ettiniz siz onu, Cumhuriyet’te söylenenlerin “hepsi” yalandı. Kurmacaydı. Alakasız fotoğraflar, alakasız altyazılarla, okuru ürkütecek bir biçimde servis ediliyordu. Zaman’cılar, yaptıklarına Cumhuriyet’ten bir itiraz beklerken, Yeni Gündem tuzağa düşmüştü.
Cumhuriyet’in yaptığı ne ilk ve ne de son zırvalık o değildi elbette. Bu tür genetiği değiştirilmiş haberler —üstelik— sadece Cumhuriyet’le sınırlı da değildi. Ama galiba en fütursuzca yalan söyleyen, neredeyse bütün sayfalarını ve köşelerini “kurmaca bir gerçekliği inşa etmeye adamış” olan Cumhuriyet idi.
Şimdi Cumhuriyet’çilerin —o dönemde bu işleri işlemiş olanların, bu dönemde işliyor olanların ve hem o dönemde ve hem de şimdi bütün bu işlere maruz kalmış, bu işlerle “biçimlenmiş” olanların— “post-truth”filan diye sayıklamaları karşısında dilim tutuluyor.
“Post-truth” kavramı, bildiğiniz gibi, Putin’in danışmanlarından birinin vesile olduğu, Trump’ın seçim kampanyası sırasında yaygınlaşan bir kavram. ABD menşeli yani. ABD’de bu kavramı icat edip arkasına saklananların ne kadar haklı/haksız olduğuna gelmeden önce, biz Türkiye’de biraz daha oyalanalım.
Erdoğan karşıtları, kavramı işitir işitmez, “hah bu” diye üzerine atladılar. Cumhuriyet’in köşe yazarları değil sadece, birçok kişi… Erdoğan’ın âleminin “truth” ile alakası olmadığı hususunda hiçbir itirazım yok. Lozan’dan CeHaPe zihniyetine kadar, Cemaatle ilişkilerden Kürt meselesine kadar, Kabataş yalanına —ve yalan olduğu ortaya çıktıktan sonra bile yüzleri kızarmadan tekrarlayabilmelerine— kadar, akla gelmeyecek biçimlerde tecavüz ettiler hakikate —ve son olarak Suruç’ta bir defa daha, hatırlayacağınız gibi… Televizyon ekranlarında Ertuğrul’dan Abdülhamid’e kadar her figürün ırzına geçmekteler anladığım kadarıyla.
Yani?
Erdoğan Türkiye’sinde hakikatin ırzına geçiliyor, hiç itirazım yok. Ama “post-truth” tabirini kullanabilmek için, öncesinin hakikate saygılı olması gerekiyor. Terim, “hakikat-sonrası” manasına geliyor, yani daha önce hakikate saygı varmış gibi bir intiba bırakıyor. Yoktu. Bilhassa da bu tabiri sıklıkla kullananların hakikate hiç saygısı yoktu. Hiç olmadı. Hâlâ yok. Daha Milli Mücadele safhasında olup bitenlerden başlayarak, bütün kritik kırılma noktaları hakkında uydurulmuş manasız masallar var. Dersim hakkında, 6-7 Eylül hakkında, 46 seçimleri hakkında, 60 darbesi hakkında ve sonrası hakkında. Bilhassa Ermeni ve Kürt meseleleri, neredeyse bütünüyle yalanlarla örülmüş durumda. Bütün bir Osmanlı tarihini “savaş ekonomisiyle” açıklayan, “Ortadoğu”yu bir bataklık olarak tarif eden, “okumuş çocukları” tarih ve coğrafya başta olmak üzere bütün hususlarda soru soramayacak şekilde iğdiş edip ezberlere tiryaki yapan bir kurmaca evrende yaşayan bir güruh, şimdi, “ama ‘post-truth’” diye ağlaşıyor.
28 Şubat’ta yapılanları saymıyorum bile, isteyen herkes hatırlar.
Şimdi gelelim Avrupa’ya ve ABD’ye…
Sizce İkinci Dünya Savaşında ahlaki üstünlük neden müttefiklerde idi? Muhtemelen aklınıza derhal Hitler’in Yahudilere yaptıkları gelmiştir. Öyle bir hava estiriliyor ki, sanki İngilizler ve Fransızlar —sonra da Amerikalılar— biçare Yahudilerin maruz kaldığı zulme karşıydılar, filan. Öyle değildi. Yahudi karşıtlığı, büyük ölçüde Fransız malı bir kavram. Savaşa girildiğinde ve Hitler Yahudilere olmayacak işleri işlediğinde bile, Fransız ve İngiliz ahalisi, “düşmanları” olan Almanya’nın bu “temizliğine” hayran idiler.
Savaşı bitiren nükleer bombaları atmadan önce mesela, Japonlar teslim olmaya çalışmışlar ama Truman’a ulaşmaları engellenmişti. ABD, üretilmesi için büyük harcamalar yaptığı bombaları “denemek” istiyordu. Bomba yapımına karar verildiğinde iki ayrı teknoloji teklif edilmiş, hangisinin çalışacağı bilinemediği için işler “iki ayrı koldan” yürütülmüş, neticede farklı teknolojilere dayanan iki ayrı bomba imal edilmişti. Dolayısıyla iki “bombalama” gerekiyordu. Japonların teslim olmasına izin vermediler ve ikisini de “denediler”. Ama bugün ABD’de sorun bakalım, sıradan insanlar Japonya’ya iki bomba atılmış olması hakkında ne biliyor, ne düşünüyor?
Bu kadar yalın ve “acıtıcı” bir gerçek hiç dile getirilmemiş değil, bizzat projenin askeri kanadını yöneten General Leslie R. Groves’in “Now It Can Be Told” adıyla yayınlanan hatıralarından biliyoruz. Ama Amerikalıların bu acıtıcı gerçekle yüzleşmesini sağlaması gerekirken dilini ısırmış olanlar, Trump sahneye çıkınca, “ama ‘post-truth’” diye sızlanmaya başladılar.
Yukarıdakiler sadece birer misal. ABD’nin “komünizmle mücadele” başlığı altında dünyanın dört bir yanında, Avrupalıların ise özellikle kendi ülkelerinde yürüttükleri pisliklerin, Vietnam’ın etrafında önce Fransızların ve sonra ABD’nin yaptıklarının filan, haddi hesabı yok. Ortalama bir Avrupalı ve Amerikalı bütün bu hususlarda ne düşünüyor? Dünyaya önce medeniyeti, sonra demokrasiyi götürdük, ahmak milletler kıymetini bilemediler. (Ortadoğu’ya da medeniyet ve demokrasi getirdiler, ama aptal Araplar beceremedi, size de “içeride”, Avrupa ve ABD’ye karşı olanlar, onların ağzından bunu söyleyip duruyor.) Komünizmin yayılmasına karşı kahramanca direndik ve “bütün dünya”nın özgürleşmesi için… Filan.
Bir yanlış anlaşılma olmasın, mesele sadece komünizm karşıtı cephe ile sınırlı değildi. Karşıdakiler de Macaristan’da, Prag’da zirvesine çıkmış pislikleri afiyetle yediler ve dünyaya yedirmek için olmaz “truth“lar inşa etmekten hiç çekinmediler.
Mesele sadece “uluslararası ilişkiler”le sınırlı da değil.
Mesela… 1975’te Wilson Sociobiology adlı bir kitap yazdı. Sosyal biyolojik türlerin kapsamlı bir incelemesi olan, kalın bir kitaptı. Normal şartlarda sıradan okurun dikkatini çekmesi imkânsızdı. Yüzlerce sayfa boyunca karıncalardan, arılardan, termitlerden filan söz edilen kitabın son bölümü, “bir sosyal hayvan” olarak insana dairdi ve orada Wilson ırkların zekâ seviyeleri arasında bir fark olduğunu ima etmişti. Henüz tazeliğini muhafaza eden tartışmalar yüzünden alarmda olan entelektüel kesimi, Gould ve Lewontin kışkırttı, Wilson’u aforoz ettirmeye çalıştılar. Neticede öyle bir ürküntü yarattılar ki, ırk kavramı bilimsel literatürden çıktı. Bu “oto-sansür” kırk yılı aşkın süredir sürüyor. Son yıllarda sansürü delmeye matuf, zayıf ve utangaç birkaç çıkışı saymazsak…
Wilson’ın iddiaları temelsizdi —birçok kişiye göre öyleydi ve bana göre de öyle. Yani ırklar arasında zekâ farklılığından söz etmek için kâfi delilimiz yok, en azından mevcut zekâ ölçümlerinin “esasında” neyi ölçtüğü hususunda bir mutabakatımız yok. Ama… Irk diye bir şey var. Irkçılık yapmaya teşne birilerine malzeme sağlayacak diye, biyolojik bir gerçekliği bilimin alanının dışına sürmek… Bu işi yapanlar, yapmış olmakla övünenler, şimdi Trump’ı “post-truth” ile suçluyorlar. Kendilerini toplumun gardiyanı makamına kendi kendilerine atamış adamlar ve kadınlar, “e yeter be, siz kim oluyorsunuz” diyenlere, “ama ‘post-truth’” diye parmak sallıyorlar.
“Post-truth” diye bir şey var mı? Var. Ama hep vardı. Hepimiz onun içinde yaşadık. Bizden önceki nesiller, dedelerimiz, büyük dedelerimiz… Osmanlı kendisini Kayı boyu ile ilişkilendirme ihtiyacı hissettiğinde bile, öyle görünüyor ki, “post-post-truth” dönemindeydik.
E, öyleyse? Böyle gelmiş, böyle gitsin mi? Bilemem. Bildiğim, böyle gelmiş. Böyle gitmemesini sağlamanın bir yordamı varsa, ben bilmiyorum.
O halde neden anlatıp duruyorum bunları?
Çünkü…
Üzerinde tepinip durduğum şehirliler/kasabalılar hesaplaşması, büyük ölçüde, hangi “post-truth”ın tercih edildiği ekseninde dönüyor. Kasabalılar artık, şehirlilerin kendilerine “truth” olarak pazarladığı “post-truth”ı yemiyorlar. Şehirliler “ama ‘post-truth’” diye sızlanmayı sürdürüp, kendilerini toplumun hangi gerçeği bilmesi gerektiği hususunda bir üst otorite olarak görmeye devam ettikçe, daha çok acı çekecekler.
Ya kendi yaptıkları adiliklerin de adilik olduğunu kabul edip nedamet getirecekler veya… Herkesin menfaatine olan bir “post-post-truth” imal edecekler. Şimdiki sızlanmalarla eski imtiyazlarını restore etmelerinin hiç imkânı yok.