Saat Gibi
Kumsalda yürürken ayağınıza takılan şeyin bir saat olduğunu fark etseniz, o saatin kendiliğinden meydana geldiğini düşünmezsiniz. Bir tasarımcının elinden çıktığından hiç şüpheniz olmaz. İngiliz ilahiyatçı Paley böyle söylüyordu. Neticede, saat de tabii malzemenin tabii süreçler içinde işlenmesiyle imal edilir. Ama bir saati meydana getiren süreçlerin tamamen tesadüf eseri birbirini izlemiş olduğuna ihtimal bile vermezsiniz. Kâinat da, Newton’un gösterdiği gibi, saat mükemmelliğiyle işler. O halde kâinatın da bir tasarımcısı olması lüzum eder.
Saat, kısa süre önce, suyun beri yakasında yaşayan La Mettrie’ye ise bambaşka fikirler ilham etmişti. Mükemmel bir düzene sahipti, tamam. İyi ama aklı başında hiç kimse, bu kadar mükemmel düzene sahip olan saatin ruhu olduğunu iddia edemez. İnsan bedeni de saat gibi mükemmel bir düzene sahiptir. Yani bir başka mükemmel makineden ibarettir. Dolayısıyla bu mükemmel makineye ruh yakıştırmaya da hiç lüzum yoktur. Dolayısıyla bütün dinler palavradır. Yaratıcı filan yoktur.
Ne Paley, ne de La Mettrie yalnız değillerdi, yorucu bir mücadeleyi yorulmaksızın sürdüren iki hasım ordunun birer neferinden ibaret idiler. Temsil ettikleri pozisyonları tahkim etmek için müracaat ettikleri yegâne araç saat de değildi. Ama saat mühimdi, sebebini izah etmek uzun sürer. Mevzu da, en azından taraflar için, son derece mühimdi. Hatta yegâne mühim şeydi.
Sonra, birilerine bu bilek güreşinden gına gelmiş olmalı, nevzuhur fikirler türedi. Mukaddes savaşın mukaddes enstrümanı olan saat kötü yola düşürüldü. Saatin mükemmel bir düzene sahip olduğundan şüphe yoktu, ama Paley’in Yaratıcı’sı veya La Mettrie’nin makinelerini yapan süreçler, artık hangi sebepleyse, bu düzeni bizden esirgemişti. Böyle bir düzeni hak ediyorduk ama kendimizin inşa etmesinden gayrı bir yol da görünmüyordu. Kolları sıvamaktan başka çare yoktu.
Dünyanın son iki yüzyılına damga vuran, Paley’lerin, La Mettrie’lerinkilere kıyasla son derece yavan ve fani görünen bu fikirler oldu.
***
Türkiye Cumhuriyetinin nasıl kurulmuş olduğu, kısa tarihinde neleri başarmış, neleri başaramamış olduğu, başardıklarını neden başarmış, başaramadıklarını kimlerin yüzünden başaramamış olduğu, kimin kime neden ve neler borçlu olduğu, seksen yılın muhasebesinin nasıl denkleştirileceği, ordunun bu süreç içinde ne kusurlar işlemiş olduğu, dindarların terakkinin önünde nasıl takoz olduğu…
Bütün bunların ne kadar mühim mevzular olduğunu ve neden öyle olduğunu anlamaktan aciz değilim ama bu mevzular etrafında dönen müthiş tefekkür mesailerinden bir netice çıkmayacak. Yani bir istikbalimiz olacaksa, bir yerlerden bir netice çıkacaksa, nereden çıkacağını bilmiyorum, ama aha işte buradan çıkmayacak, onu biliyorum.
Yine de siz günlük tefekkür dozunuzu almayı ihmal etmeyin, neme lazım. Müptelanın mahrumiyeti fena şeydir, şakaya gelmez.
Cemalettin N. TAŞCI