Saat ve Ağ
28 Ekim 2016’da demişim ki…
“Daha önce demiş olmalıyım, Avrupa saatin metafor olarak yaygın bir biçimde kullanıldığı bir dönem yaşadı. Manş’ın ötesinde Paley, ‘eğer kumsalda yürürken ayağınıza bir şey takılır da onun bir taş olduğunu görürseniz yadırgamazsınız, ama o bir saatse, onun tabiat tarafından yapılmış olduğu aklınıza gelmez, bir yapımcısı olduğunu düşünürsünüz’ demiş, saatten yola çıkarak, saat gibi bir düzene sahip olan âlemin bir yaratıcısı olduğunu ispatlamaya çalışmıştı. Suyun berisinde ise La Mettrie, ‘saatin ruhu olduğunu iddia edemezsiniz, insan da saat gibi bir makinedir, onun da ruhu yoktur’ diyerek karşı mevzii tahkim etmeye çalışmıştı.
“Her iki taraf karşıdakini kendine benzetmişti. İki taraf, sanki dünya sadece kendilerinden ibaretmiş gibi, kibirle savaştılar onlarca yıl boyunca. Ama savaştan galip çıkan Aydınlanmacılar oldu. ‘Bir Yaratıcı var mı yok mu, ruhumuz var mı yok mu, bizi alakadar etmez, eğer saati yapabiliyorsak, dünyayı da saat gibi işleyen, daha yaşanır bir yer yapabiliriz’ diyenler…
“Erdoğan ve taifesinin savaş ilanından sonra uzun süre aynı iddiada bulundum: ‘Savaşı üçüncüler kazanacak’. Bir süredir ümitsizim, çünkü üçüncülerin zuhur edip olaya el koyabileceği kadar zamanı kalmadı Türkiye’nin. Umarım yanılıyorumdur, zamanımız vardır.”
Meseleyi güncelleyelim. 17. Yüzyıl Avrupa’sı için saat neyse, günümüz dünyası için network (ağ) o. Trump, Le Pen gibiler “bir ağ var, hepimizi tehdit ediyor” diyorlar. Karşılarında entelektüel kibirlerini gizlemeye bile tenezzül etmeyen “düşünürler”, ağa methiyeler düzüyorlar. Aslında sözünü ettiğim itişme, ta 80’lerden beri, şu veya bu terimlerle,şu veya bu özneler arasında sürdürülüyor. Bu arada, “yahu ağ iyi bir şey midir, kötü bir şey mi bilemeyiz ama ne yaparız da ağda bir yerimiz olur” diyenler çoktan malı götürdüler.
Ve…
Türkiye’de de birileri “ağda yerini almak” için kolunu verecek durumda olsa da, ağda yeri olmayanın dünyada yeri olmadığını çoktan idrak etmiş olsa da… Memlekette ağzını açan, ağdan bize yönelenin bir taarruz olduğunu iddia ediyor.
Yeni bir şeyden söz etmiyorum. 70’lerde Ortanın Solunu icat eden Ecevit mesela, memleketin görüp gördüğü en izolasyonist politikacılardan biriydi. Güya solcu idi filan ama herhangi bir enternasyonalist ajandayı küfür olarak telakki edecek bir adamdı. Çünkü… Dillerinde sosyalist sloganlarla sokaklarda dövüşüp ölenler de öyleydi. Ve esas mühimi, partisi öyleydi. Ta kuruluşundan beri…
Ecevit’in karşısında Demirel vardı. “Benim çiftçim, benim esnafım”, diyerek diliyle, gümrük duvarlarını yükseltmek filan gibi icraatlarıyla da haliyle, memleketin sınırları tam anlamıyla geçirimsiz olsa çok mutlu olacağını gösteriyordu. O sınırlardan mal, insan, fikir, Balkanlardan gelen soğuk hava, Afrika’dan gelen kavurucu sıcaklar… Herhangi bir şey girip çıkmasa…
“Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” mı demiş İsmet Paşa? Alamadı. Kurulan yeni dünyada yer sahibi olamadı Türkiye. Sınırları geçirimsiz de değildi, hammadde veya işlenmemiş tarım ürünleri çıkıyor, sofistike mal giriyordu. İşsiz insanlar çıkıyor, fikirler giriyordu. Sürekli aleyhimize gelişen bir süreç vardı ve alışverişte denge sağlama iddiası akla bile gelmiyordu. Alışverişten kaybediyor muyuz? O halde keselim.
Ben dâhil kimsenin beğenmediği Özal, küçük bir parantez açtı. Türkiye üç yüzyıllık kompleksli içe dönüklüğüne kısa bir mola verdi. Taktik ve teknik düzeyde sayısız hata yapan Özal’ı doğduğuna pişman ettik. Müslüman mahallesinde salyangoz satışları, Süleyman Demirel’in meseleye nihai olarak el koymasıyla, yeniden durduruldu.
***
Yıl 1996 olmalı. Demirel’e köşkte, “İnternet diye bir şey geliyor, her şeyi değiştirecek” dedim. Memleketin yakıcı konularından biri, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler idi. Türkiye boyundan büyük işlere kalkışmıştı. Orta Asya’dan bir yığın öğrenci getirilmiş, Türkiye’de okutuluyordu. Türkiye’de okuyacaklar, Türkiye muhibbi olarak yurtlarına dönecekler, orada bürokraside —burada aldıkları eğitimin de yardımıyla— yükselecekler…
Fikir fena değildi de… Çocukları burada pek Türkiye muhibbi olarak yetiştiremiyorduk. Döndüklerinde yurtlarında müessir olacak şekilde donatamıyorduk da… Üstelik maliyetleri de yüksekti. Demirel’e İnternet’i anlatmaya çalıştım. İnternet’in muhtevasının —kaçınılmaz olarak— ağırlıkla Batı dillerinde olacağını, bizim çocuklarımızın da ancak Batı dillerinden birini biliyorsa İnternet kullanıcısı olabileceğini, dolayısıyla memleket içinde “bir Batı dili bilen/bilmeyen” ayrımının daha yakıcı hale geleceğini, Türkiye’nin Batı’ya eklemlenmiş kesiminin iyice Batı’dan beslenir hale geleceğini… Bir yığın şeyi anlattım.
Sonra da bir proje teklif ettim. Orta Asya Cumhuriyetlerinin Türkçeleri ile Anadolu Türkçesi arasında tercüme yapacak bir yazılım geliştirelim. Sonra, diyelim Kazakistan liselerinde öğrencilere Konya ile ilgili bir ödev verilsin ve öğrencilerin bu ödevi yapabilmek için Türkiye’deki akranları ile iletişime geçmesi dayatılsın. Benzer şekilde Türkiye liselerinde de Kazak kültürünün bir unsuru hakkında ödev verilsin. Her hafta, her ülkede böyle ödevler verilsin ve öğrenciler İnternet üzerinden yazışarak ödevlerini yapmak zorunda kalsınlar. Bu yazışmalarda da aradaki yazılım, dil farklarından kaynaklanan problemleri gidersin.
Hem İnternet kullanımı yaygınlaşacak, hem İnternet’te Türkçe muhteva zenginleşecek, hem de karşılıklı farkındalık genç yaşta edinilecekti.
Demirel beni, büyük Türk milliyetçisi, danışmanı, Namık Kemal Zeybek’e yolladı. Zeybek beni dinledi. Mars’tan dün gelmiş bir adamı dinler gibi gözleri büyüdü. Muhtemelen behemehâl tecrit edilmem gerektiği geçti aklından ama… Patron yollamıştı, ses etmedi. Dosyamı aldı. Düşüneceğini söyledi.
Daha önce Özal’la sınırlı sayıda teması olmuş biri olarak emniyetle söyleyebilirim ki, eğer Özal ölmemiş olsaydı ve ben bu projeyi ona götürmüş olsaydım… Bir yığın adamı seferber eder, bana bir yığın kaynak bulur, bu işi yaptırırdı. O da milliyetçi idi ve onun milliyetçiliği böyle işlerdi.
***
Özal’a övgüler düzmek derdinde değilim. Kendisine de söylediğim gibi, kendisine bir tek oy vermedim. Yapıp ettiklerinin çoğuna da muhalif idim, hâlâ öyleyim.
Ama bizim yaşadığımız, kendimiz seçmeden bizim başımıza gelen çağın “saat” yerine geçen şeyi network. Ağın her birimizi —ama asıl mühimi insanlığın o kutsal, ulus-devletlerden müteşekkil nizamını— nasıl tehdit ettiğine dair sayısız nazariye dolaştı/dolaşıyor havada. Ağın ne kadar müthiş bir şey olduğuna dair de… Mesele şu ki, maçı “ağda bir yeri nasıl kaparız” diyenler çoktan kazandı. (Ağ derken sadece İnternet’ten söz etmediğimi de belirtmek gerekiyor herhalde. Saat nasıl sadece saat değildiyse, ağ da büsbütün bir örgütlenme anlayışını temsil ediyor.)
Bütün bu süreci —içinde çok derin manalar barındırıyormuş gibi ağdalandırılan, kâh ulus-devlet, kâh sol/sosyalizm ve kâh şimdiki gibi “yerli milli” soslarla terbiye edilmiş— manasız ve beyhude laflarla geçiren Türkiye’nin kafası karışık. Amazon.com küresel/küreselci mi, yoksa Amerikalı/Amerikancı mı? Ağda yeri olana herhangi bir ulus-devlette yeri olmadığı, ulus-devletlerin sınırlarını aşındırdığı için mi karşı çıkacağız, bir ulusun, bir devletin ajanı olarak iş gördüğü için mi?
Eğer ağda bir yeriniz yoksa… Mesela Amazon.com’unuz yoksa… İkisi de olur. Maksat, ağda bir yer edinememiş olmamızın yol açtığı hasarı tokat gibi bir cevap vererek tedavi edelim. Tedavi edemeyiz elbette de, acıyı dindirelim.