Sağ-Sol

Dün The Guardian’da bir yorum yayınlanmış, Işık işaret etti (https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/jan/16/jobs-left-automation-power).

Bazı ifadeleri cımbızla seçip, bendeki karşılıkları üzerine gideceğim, bence siz hepsini okuyun.

Ortada gizlenemez bir sosyal kriz var ve ona bir cevap üretilmesi lazım. Kriz o kadar büyük ki, devletten daha küçük boyuttaki öznelerle ona cevap üretilmesi zor.

Krizin görünen semptomlarından biri işsizlik ve kalıcı görünüyor. Hatta derinleşecek. Hep teknoloji yüzünden. O teknoloji, üstelik, hepimizin ömrüne bir yirmi yıl ekleyerek, nüfusu da yaşlandırıyor. İlave problemler yani. Eski güzel günleri ihya etmeyi hayal ve vadeden Muhafazakâr politikalar bize, önümüzdeki on yıl için bile rehberlik edebilecek gibi görünmüyor. Bize bilmediğimiz, haritası çıkarılmamış bir geleceğin topraklarına girerken rehberlik edecek politikalar lazım yani. Politikalar… Rehberlik edecek politikalar… Bilmediğimiz bir dünyada hayatta kalabilmemiz hususunda rehberlik edecek politikalar…

Anlıyoruz ki Corbyn meseleyi doğru yerinden tutmuş yazara göre. Ama hâlâ tam istihdam hayalleri kurup, tam istihdam terimleriyle konuşan partilileri var.

Vergi anlayışımızı mesela, kökten değiştirmemiz gerekiyor. İlaveten, bir temel vatandaşlık geliri kaçınılmaz görünüyor. Şehirleri ve mahalli yönetimleri oyunun bir parçası yapmadan yol almak da zor gibi…

Murdoch ve Daily Mail’den (Türkiye’de Aydın Doğan ve Hürriyet diye okuyun) şikâyetler daha dinmeden, dünya çapında iki milyar kişinin kullandığı Facebook gibi bir vakayla karşılaştık. Aynı kavram haritasıyla yol alabilir miyiz? Çok şüpheli görünüyor.

Yazı, “küçük ve giderek içe kapanan bir ülke bütün bu problemlerle başa çıkabilir mi” tadında bir soruyla bitiyor. Açıkça görünüyor ki, eğer gelecekle yüzleşmekten kaçmayacaksak, tek başına bir ülkenin hayatta kalması gibi bir seçenek yok.

***

Tekrarlayıp özetleyeyim.

Yepyeni, tarihte benzeri görülmemiş problemlerimiz var. Hatta mesela Facebook konusuna Daily Mail’den ilham alarak yaklaşmaya kalkmak bile büsbütün manasız olabilir. Yeni bir bakış açısına ihtiyacımız var ve onu üretmeyi birilerine devretmeye kalksak, onu bile yapamayabiliriz. Hepimizin katılması gereken bir iş bu ve belki de birinci iş. Hatta belki biricik iş. Evet, dört yanımız, başımıza gelen her bir problem karşısında, ceplerindeki antika haritaları çıkarıp “şu istikamete gitmemiz gerekiyor” diyenlerle dolu —hatta her birimiz de öyleyiz. Ama mesele sadece yeni bir haritanın yokluğundan ibaret değil. Yeni bir haritayı çıkarmanın, eskiden beri yeni haritalar çıkarma ihtiyacı her belirdiğinde tatbik edilen metotlarıyla imkânsız olması. Yani bir Marks çıkamayacak mesela… Kolektif bir faaliyet gerekiyor. Başı sıkıştığında ezberlerine müracaat etmekten başka bir şey bilmeyenleri bile heyecanlandırıp sürece katacak bir… Bir… Bir şey… Siyaset.

***

Yazının bir yerinde “klasik sağ-sol ayrımı elbette sürecek” gibi bir iddia var. Aynı cümle içinde sağ, eşitsizliğin bir tabiat kanunu olduğuna inanan ama kolektif faaliyete şüpheyle yaklaşan tutum olarak tarif ediliyor. Sol ise eşitsizliğin tabiat kanunu olduğunu reddeden ama kolektif faaliyete inananlar oluyor.

Eh, aşırı basitleştirilmiş olmalarına rağmen —belki de aşırı basitleştirilmiş oldukları için— bu tarifler bize çok şey söyleyebilir. Kendi hesabıma, kendi pozisyonumu bu koordinatlara göre belirleyecek olursam diyebilirim ki, kolektif faaliyete inanıyorum —soylu ve insani olanın o olduğuna, hep öyle olduğuna inanmanın ötesinde, artık onsuz yol almanın imkân dışı olduğuna inanıyorum. Ama her insan kolektifinin, kaçınılmaz olarak eşitsizlik ürettiğini de düşünüyorum —eşitsizliğin kategorik olarak kötü ve kaçınılması gereken bir şey olduğuna da inanmıyorum.

***

“İnsan lisanı olan hayvandır” geyikleriyle büyüdük biz. Kim olduğunu hatırlayamadım, kadının biri “yanlış,” demişti bu ifade için, “insan lisanın ta kendisidir.” Lisan kolektif faaliyet için, farklı insanların faaliyetlerini koordine etmek için gerekli olan bir şey. Lisanımız olduğunda insan olduk. Birbirimize ihtiyacımız var, hep oldu. Bir araya gelemezsek, birer hiçiz.

Birey olmanın hem sağ ve hem de sol politikalar tarafından yüceltildiği bir dönemden geçtik —geçtik mi, hâlâ orada mıyız, o da muhataralı. Batı denen medeniyetin —aslında Batı medeniyetinin 17. Yüzyıl sonrası safhasının— temel belirleyeni olarak yüceltilen vasfı idi birey olmak. Bir gerçekliği var mı bu tespitin? Mesela Fransızlar Türklere kıyasla daha mı bireyler?

Pek zannetmiyorum.

Elimde veriler yok ama kendimce kâfi bulduğum gözlemlerim var. Fransızlar birbirine benzemez, tıpkı Türklerin birbirine benzememesi gibi. Tutumları, tercihleri, hayat tarzları, giyimleri ve saire faktörler açısından Fransızlar çeşitlilik sergilerler —tıpkı Türkler gibi. Her ikisi de kendi ortalamalarının etrafında bir yığın varyanta sahipler. Mesele şu ki, Fransızların ortalaması Fransızların daha çoğunu temsil eder, Türklerin ortalaması ise çok daha azını. Yani Batı medeniyeti denen şeyin imalat merkezine ne kadar yakınsanız, bireylerin ortalamayı andırma ihtimali o kadar yüksek, ortalamadan sapma ihtimali o kadar düşük.

Ne olmuş da öyle olmuş? İnsanlar bağlamlarından koparılmış, atomize olmuşlar. Sonra da kitle halinde yeniden üretilmişler. Kitle üretimi mantığının yüceltildiği dönemden söz ediyoruz. Türkiye gibi ülkelerde kitle üretimine tapınılıyor olsa da, Fransa’da olduğu kadar hayata geçirilememiş. Maddi şartlar belirliyor ne olacağını. Siz kitle üretim mantığına eleştirel yaklaşsanız da, eğer hayat kitle üretimine göre örgütlenmişse… Siz The Wall gibi şarkılar yazıp itiraz ediyor da olsanız —neticede itiraf etmek zorunda kaldığınız gibi— duvarda bir tuğla oluyorsunuz. Kitle üretimini hayranlıkla seyredip ona övgüler düzüyor da olsanız, eğer hayat kitle üretimine göre örgütlenmemişse… Olmuyor işte.

Daha önce, başka vesilelerle defalarca söyledim, Ford Model-T’leri yaptığında, şehir efsanesi bu ya, “müşteri istediği rengi seçebilir” demiş, “siyah olmak kaydıyla.” Modernliğin müellifi olan toplumlarda da “herkes birey olabilir” denmiş, “duvarda bir tuğla olmak kaydıyla”.

Birey olmak, geleneksel cemaat örgütlenmelerinin zehirleyici tesirlerine karşı bir panzehir olarak yüceltiliyor olabilir. Ama bu, modern cemaatlerin zuhur etmesine mani olamadı. Çünkü insan, kendi başına bir hiçtir. Birey diye bir şey yok. Her birimiz birer ürünüz ve bir cemaatin ürünüyüz. Hatta, kendi cemaatimizi seçme özgürlüğümüz olduğu bile, bana kalırsa, büyük bir yanılsama. Hiç seçim şansımız olmadığını söylemiyorum ama zannettiğimizden daha az opsiyonumuz var. Ve iyi ki öyle.

Bu hususta sayfalarca yazabilir, binlerce misal verebilir, daha önce verdiklerimi tekrarlayabilirim. Yapmayacağım. Noktayı şöyle koyayım: İnsana yakışan, bir kolektifin üyesi olmaktı. Yani değer yargılarıyla konuşursam, kolektif faaliyet iyidir, soylu olandır. Ama zaten kolektif olmayan herhangi bir insan faaliyeti mümkün değil. Hiç değildi. Giderek daha da imkânsızlaştı. Değer yargılarıyla değil de pratik terimlerle, pragmatist bir mantıkla konuşacak olursam, zaten kolektif faaliyet dışında bir seçeneğimiz yok —boşuna kasmayın. Hiçbirimiz zannettiğimiz gibi birer birey filan değiliz.

***

Ama…

Kolektif faaliyet, faaliyete katılan herkesin birbirine eşit olduğu durumda yürümez. Zaten de herkes birbirine eşit olamaz. Tabiat eşitsizlik üretir. Durmaksızın üretir. Eşitsizlik kategorik olarak kötü bir şey de değil. Bazı eşitsizlikler kötüdür elbette ama her eşitsizlik kötü bir şey değil. Ama mesele, bir defa daha, sadece değer yargılarıyla, iyilik veya kötülükle alakalı da değil.

Eşitsizlik öyle bir şeydir ki…

Daha önce misal olarak kullanmıştım, mesela Tıp Fakültelerine girişte kadın ve erkek arasında eşitsizlik olduğu dönemde erkek hekimler kadın hemşirelerle evleniyorlardı genellikle. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik zamanla aşındırıldı ve… Günümüzde kadın hekimler ile erkek hekimler arasındaki evlilikler norm oldu. Kadın hemşireler de erkek hemşirelerle evlenmeye başladı. Cinsiyet eşitsizliği giderildiğinde, haneler arasındaki gelir eşitsizliği büyüdü.

Etrafınıza bu gözle bakın, sayısız misalini göreceksiniz, bir eşitsizliği gidermek için yapılan her müdahale başka bir eşitsizliğe yol açar. Müdahaleyi yapanın iş bilmezliğinden, kötü niyetinden, şundan veya bundan kaynaklanmaz bu hal. Tabiatın dokusundan kaynaklanır. Bir Rubik küpü düşünün ki, bir yüzeyini düzelttiğinizde diğer yüzeyler kaçınılmaz olarak karışıyor olsun. İspatlayamam ama şahsi kanaatim o ki, tabiat tam da öyle bir mimariye sahip.

Bu hususta —muhtemelen daha önce de verdiğim— bir misal daha vereyim ve günümüz Türkiye’sine bağlayayım.

Akarsular dağların tepesindeki ve yamaçlarındaki verimli toprakları sürükler, kıyılara yığarlar. Alüvyon ovaları oluştururlar. Yani? Yükseklik farklarını azaltır, eşitsizliği yumuşatırlar. Ama… Böyle yapmakla, kendi başına, olduğu yerde pek de işe yaramayacak ince toprağı bir araya getirir, verimli, üzerinde canlılığın zengin bir biçimde çiçeklenebileceği ortamlar yaratırlar. Bize erozyonun kötülüğü anlatılıp durdu ya, aslında azdan alıp çoğa vererek, verimlilik anlamında eşitsizliği yaratıp büyüterek, erozyon faydalı bir iş yapmış olur. Bir eşitsizliği giderirken bir başka eşitsizliği üreterek…

Bir de rüzgâr erozyonu var. Rüzgâr da toprağı önünde sürükler ve yükseklik farklarını azaltır. Üstelik de bir yere toplamadığı için ekstra bir eşitsizlik filan da üretmez. “Ne iyi” diye mi geçti aklınızdan? Ama fayda da çıkmaz bu işten.

Çıkmaz mı?

Rüzgâr, Arabistan yarımadasının tozlarını Basra Körfezine, Hint Okyanusuna sürükler mesela. Bu yolla denize ulaşan mineraller, o kıyılardaki canlılığın temel kaynağı olur.

Türkiye, bütün bir Osmanlı dönemi boyunca, İmparatorluğun dört bir yanındaki dağınık ve ince kaynakları İstanbul’a toplayıp bir alüvyon ovası meydana getirdi. Bu şekilde imal edilen eşitsizlikten de, çok geniş topraklar için az veya çok fayda —nispi bir barış ve ekonomik refah ortamı— üretti. İstanbul’a toplanan kaynak, vasıflı insanlardı. Osmanlı, devşirme düzenine son verildikten sonra, uzun süre sıkıntı çekti ama daha sonra günün teknolojisini tatbik edip, daha kurumsallaşmış eğitim sistemi ile benzer düzeni sürdürdü. Türkiye de bu zihniyeti miras alıp devam ettirdi.

Şimdi, kendince Osmanlıcı olan bir takım geri zekâlılar, “ne yani, kaynaklar niye seçkinlere gidiyor, herkese dağılmalı” gibi eşitlikçi bir anlayışla iş görüyor. Sokaktaki adamın da Bakan, profesör, zengin edilmesi, sanki hakmış gibi bir mantık var. Öyle yapınca ne oluyor? Elindeki kıt su kaynaklarını verimli ovalar yerine kıraç alanlara yönlendirince ortaya bir hasılat çıkıyor mu? Çıkmıyor. Mevcut kaynakların elin denizlerine savruluyor. Oralarda daha zengin hayatlar neşvünema bulacak da… Türkiye?

***

Netice olarak…

Eğer aşırı basitleştirilmiş tariflerine itibar edecek olursak, klasik sağ-sol tasnifinin çok da gerekli ve yaşayabilir bir şey olduğunu zannetmiyorum. Birey olmak filan gibi manasız yere yüceltilmiş olan —aynı zeminde mesela mahalle baskısını aşağılayan— kavramlaştırmaları gözden geçirerek, öte yandan da eşitsizlik denen şeye karşı pozisyonumuzu güncelleyerek, yeni bir yol açabiliriz.

Bana kalırsa, bugün 30 yaşın altında olan kesimlerin büyük bölümü, birey olmak ve eşitsizlik konusunda ebeveynlerinden çok farklı bir tasavvura da sahipler ayrıca.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin