Şans İşte
İtalyan bilim insanları ispatlamış ki “hayat gerçekten de adil değil” (https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2018/03/13/bilim-ispatladi-hayat-gercekten-de-adil-degil/). Bilim insanları böyle tuhaf insanlar —sahiden bilim insanı olanları, “bilim insanı” sıfatını hak edenleri kast ediyorum, “şans eseri” akademik unvan almış, bilim insanıymış gibi muamele görenleri değil. Tuhaflar, çünkü apaçık görünen bir şeyi bile ispatlamaya çalışırlar.
Hayatın gerçekten de adil olmadığı, hak edenin kazanmadığı apaçık değil mi? Muhtemelen sizden daha genç sekiz kadın, düşen bir uçakta, üç mürettebatla birlikte ölüyor, siz yaşıyorsunuz. Onlardan daha uzun yaşamak, onların yerine ölmemeyi “hak etmek” için ne yapmış olabilirsiniz mesela? Onlar ölmüşken siz yaşıyorsanız, “şans işte”.
Eh, “bu memlekette/dünyada yaşamak da sevinilecek bir şey sayılmaz” diyorsanız, denklemi başka türlü kurayım. Sizin yakınlarınız, sevdikleriniz yaşıyor ama mesela o sekiz genç kadının babaları —hayatta olanlar— herhalde telafisi hiç mümkün olmayan bir acıyla vuruldular. Sizin, onların şu anda sahip olamadıklarını hak etmek için yapmış olduğunuz ne olabilir ki? Şans işte.
***
Bilim insanları, apaçık bildikleri şeyleri bile eşelemekten zevk alırlar. Çünkü mesele, “bilme” denen halin sayısız derinlikte katmandan meydana gelmesi. Bilmek var, bilmek var. Farklı bilme katmanları hakkında daha önce uzun uzun yazdığımı hatırlıyorum.
Ama mesele, genellikle, “hayatta şansın rolü ne olabilir” gibi bir bilginin katmanları ile sınırlı da değil. Her bilme işi, bir bağlam içinde gerçekleşir. Siz bilmeye, daha derinden bilmeye uğraşırken bir de bakarsınız ki, meğerse istihdam ettiğiniz bağlamda bir arıza varmış. Hep öyle olur demiyorum ama olabilir yani…
Cemal Kafadar, bir uzun makalesini Türkçeye çevirip yayınlamış —Kendine Ait Bir Roma. Daha önce herhangi bir yazısını okumamış, televizyonda filan da izlememiştim. Kitabı okuduktan sonra biri bana sorsa “ne anladın” diye, “bir şey anlamadım” derdim. Bunu fark edince kendi kendime gülümsedim. Çünkü İnternet gruplarında yazıştığım dönemde hakkımda en sık dile getirilen laflardan biriydi “ne dediğini anlamıyoruz”.
En azından oradan biliyorum ki, bu “anlamama” hali, aslında istihdam ettiğimizi bilmeden istihdam ettiğimiz bağlamlar arasındaki “tercüme edilemezlikten” kaynaklanıyor. Kafadar’ın “nasıl biri” olduğu hakkında biraz bilgi toplarsam yani, anlamama hali geçebilir —metni tekrar tekrar okumakla olmaz ama. Medyascope arşivindeki bir iki söyleşisini izledim. Kendisini tanıyor olabilecek birileri ile konuştum, yazıştım. Çatlağı az çok yamadım —kendisiyle bir arada yaşamayı sürdürebileceğim kadar. Sonrası, kısmetse sonra…
Şimdi bundan söz etmemin sebebi şu: Kafadar’ı daha iyi anlayabilmek için yapmam gereken şey, onun “içine laflarını yerleştirdiği kavramsal haritasının temel koordinatları” hakkında bilgi edinmek. Yani aslında, yazdığı metni anlamaktan fazlasını ümit ediyorum. Bilmediğim, mevcudiyetinin farkında olmadığım koordinatlar keşfedeceğim… Böylelikle de zenginleşeceğim. Belki… Kim bilir?
Orada öyle —varlığından habersiz olduğum— koordinatlar var. O koordinatların en azından bir kaçı Kafadar’da var mı? Belki. Varsa ben onları, en azından olanların bir kaçını bu süreçte keşfedebilir miyim? Belki. Uğraşmazsam olmaz ama uğraşırsam… Belki. Hayat —bir defa daha— asimetrik yani. Uğraşmazsanız ne olacağı —yani kayıp— garanti, tahmin edilmesi müşkül değil. Ama uğraşırsanız kazancın garantisi yok. “Masaya şu kadar uğraş koydum, karşılığını talep ediyorum” diye bir hal yok yani.
Memuriyette var. Masaya ay başına şu kadar saatinizi koyuyorsunuz, karşılığı belirli ve garanti. Ne kadar saat, o kadar maaş. Saatler yıllar halinde biriktikçe, maaş da artıyor. Aralarında öngörülebilir, “dışarıdan” belirlenebilir bir ilişki tasarlanmış. Ne güzel. Ne kadar güzel. Aydınlanma aklı dediğim şey, bu tür mekanizmalar karşısında büyüleniyor. Her şey böyle, bu kadar güzel olsun istiyor. “Şu kitabı okudum, şunları kazandım” o halde, “kitabı herkese okutayım herkes kazansın”… Tastamam aynı şeyleri kazansın. Hayat bayram olsun.
Öyle olmuyor.
Uçak düşüyor, bir yığın hanede yangın çıkıyor. Muhtemelen özlenmiş, gelecek diye hazırlık yapılmış gencecik kadınların —belki de bayram yerini andıran— evlerinde… Aydınlanma aklıyla bakınca, en olmayacak yerlerde yani… Çünkü eğer yangın çıkacaksa, ağır ağır, bir küçük kıvılcım bir şeyi yakacak, ateş önce yakın çevresine yayılacak, sonra daha da uzağa, hava ağırlaşacak… Büyük felaketler küçük küçük adımlarla, büyük zaferler de küçük küçük adımlarla… Filan.
Öyle olmuyor.
***
Bir yandan öyle de oluyor, memuriyetteki gibi yani. Her şey ölçülü biçili, ölçülebilir bir biçimde, adım adım…
Herhalde yirmi yıldan çok oldu, yanlış hatırlamıyorsam annesi ve babası ayrılmış, dedesinin yanında kalan bir çocuk, bir kış gecesi, galiba bir garajdan kovulmuş, bir kamyon kasasından başka yatacak yer bulamamış, sabaha da donmuş cesedi bulunmuştu. Eskişehir’de yaşıyordum. İzmir’den babam aradı “haberin var mı” diye bir yokladı. Sonra… Daha önce hiç işitmediğim, içimi donduran, çocukcağızı öldüren soğuğu yüreğime dolduran bir ses tonuyla, neden hak ettiğimi ilk anda hiç anlamadığım bir dolu siteme maruz kaldım. Galiba şöyle bir şeydi özeti: “Eğer bu çocuklar böyle ölüyorlarsa, siz ne işe yararsınız?” Siz! Yani? Siz işte… Elinde herhangi bir imkân olan herkes. Hepiniz! Bunun için mi okuttuk sizi? Bunun için mi maaş alıyorsunuz?
O hatırayı, o ses tonunu, en ücra köşelerimde saklıyorum —saklamaya çalışıyorum. Başkalarının acılarıyla acılanmak konusunda nekeslik yaptığımı her hissettiğimde, sakladığım yerden çıkarıp…
Babam artık aynı adam değil. Artık Türkiye’nin bir beka meselesi olduğuna inanıyor. Türkiye’nin bütün düşmanlarının Erdoğan’a cephe aldığına, istikbalimizin Erdoğan’a zımbalanmış olduğuna inanıyor. Ölümleri, “Erdoğan’a yarıyor mu, yaramıyor mu” diye bir ön filtreden geçirmeden değerlendiremiyor artık. Genç kadınların ölümlerinden haberi oldu mu, olduysa ne hissetti, bilmiyorum. Uzun süredir bu tür mevzulara girmemeye çalışıyoruz aramızda, sözsüz bir mutabakat yaptık.
Bu yangın ağır ağır büyüdü. Ölçülü biçili…
28 Şubat’ta, daha sonrasında, YÖK’ün tepesine kondurulmuş, cehalet timsali, bilim insanlığından nasibi olmayan ama kocaman unvanları olan Kemal Gürüz gibi adamlar, İstanbul Üniversitesindeki muadilleri… Hani “hayatta şansın rolü var mı” diye merak bile edemeyecek, hiçbir şeyi merak etmeyen, her bir şeyi çözmüş, bütün koordinatları ezber etmiş olduklarını zanneden süzme cahiller, “hayatta şansın rolü var mı” deseniz, “olur mu, bak biz çalıştık, öğrendik, buralara geldik” diyecek kadar gerçeklikle irtibatı olmayan mahlûkat, sadece profesör yapılmakla kalmamış, YÖK Başkanı, İstanbul Üniversitesi rektörü filan yapılmışlardı. Şans işte…
Öncesi vardı —ve çok farklı değildi.
Sonrası var —ve hiç farklı değil.
Yangın ağır ağır, ölçülebilir bir biçimde, hepimizin gözleri önünde büyüdü. Öyle bir seviyeye geldi ki, anlaşılan Yılmaz Özdil’in aşırı derecede miyop gözlerinden bile kaçamıyor artık (https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/yilmaz-ozdil/kizlari-tasiyan-ucak-dustu-2283393/). Hani şu, memleketin uçaklarından üzerlerine bomba yağdırılan köylüler için, “kaçakçıydılar, onların öldüklerine mi üzülelim” şehvetiyle zırvalayan ahlak fukarasının… Yangına, köşesinden, belki de herkesten fazla benzin döken zavallının…
Demem o ki…
Hayatta elbette şansın rolü var. Ve fakat… Açıklamak için şansa hiç de ihtiyaç duyulmayacak şeyler de oluyor. Yangın büyüyor. Bu yangın, ahali —mesela babam— bir kuru çalı çırpı yığını olduğundan, yanmaya teşne olduğundan, yanmayı hak ettiğinden büyümüyor. Gürüzler, Alemdaroğlular, Erbakanlar, Erdoğanlar, Özdiller, Özkökler, Küçükler, şunlar bunlar, elinde imkân olan herkes, yanmaya pek de uygun olmayan, yeşermeye yüz tutmuş taze dalların üzerine benzin döke döke büyüttüler yangını —daha öncekileri saymadım ama bu, öncesi olmadığından değil. Bugün sosyal medyada bir yığın kendini bilmez ölümleri üleşiyorsa…
Sorsan…
Şans işte…