Sefer Görev Emri

Seçim tarihinin ilan edildiği günden itibaren, dâhil olduğum hemen her sosyal ortamda, neticeleri tahmin etmeye icbar edildim. Eh, insanlar başka zamanlarda sesinize kulak veriyorlarsa, bu gibi durumlarda da sizden bir şeyler işitmek isteyecekler, anlaşılmaz, şikâyet edilecek bir şey yok. Mesele şu ki, sofraya besleyici bir tahmin servis edebilmek için mutfakta gereken malzeme yoktu.

(Kaldı ki servis edilecek tahminin sadece besleyici olması değil, iştah açıcı da olması da mühimdi. Neden? Çünkü seçim neticesi henüz “yoktu”, sağdan soldan işittiği tahminlere göre pozisyon alacak olan insanlar tarafından “yapılacaktı”. Yani siz eğer seçimin şöyle neticeleneceğine inanır, o netice sizde hayal kırıklığına yol açarsa, mesela sandığa gitmeyecektiniz ve… Netice değişecekti. Kendi hesabıma, bir biçimde ulaştığım birkaç bin kişinin iştahını kaçırmakla neticeye tesir edebileceğimi elbette düşünüyor değildim ama kotaracağınız aşın iştah kaçırıcı olmamasına özenmek, benim için, bir “prensip meselesi”.)

İyi Parti’nin ve Akşener’in “yeni bir transfer” olarak sahaya sürülmesinin oyuna —takıma ve rakibe— nasıl etki edebileceği hakkında az çok fikir sahibiydim. Ama maçın şu andaki skoru hakkında sağlıklı bilgim yoktu. Dolayısıyla da, tarafların sahaya nasıl yayıldıklarını —her andaki dağılım skora bağlı olduğuna göre— bilemiyordum. Bir süre, “ne çıksa şaşırmayacağım”larla idare ettim. Bunun artık yakışıksız olduğunu düşündüğüm andan itibaren de, parlamento seçimi konusunda 7 Haziran 2015, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de referandum neticelerini baz almaya karar verdim.

Kısaca hatırlatayım, AKP 41, MHP 16, CHP 25, HDP 13 ve diğer partiler 5 almıştı 7 Haziran’da… Referandumu da 50-50 sayabilirdik.

İyi Parti’nin başlangıç momentumunu kaybettiği, ancak bölgesel olarak MHP’ye çok zarar verdiği görünüyordu. 5 CHP’den 10-12 MHP’den alırsa… MHP de AKP’den 8-10 alırsa… AKP 32, MHP 12, CHP 20, İYİP 16, HDP 14, SP 4 gibi bir netice çıkabilirdi. Eğer İYİP ve SP, AKP tabanında bir çatlak açabilirlerse, AKP için daha acıklı bir netice de çıkabilirdi. Ancak unutmamak gerekiyordu ki, 7 Haziran neticesi, büyük ölçüde, sandığa gitseydi AKP’ye oy verecekti olan geniş kesimlerin sandığa gitmemesi yüzünden öyle çıkmıştı. Onların yine sandığa gitmeyebileceğini düşünüyordum.

O noktada, iki seçimin bir arada yapılıyor olmasından kaynaklanan bir tehlike vardı muhalefet açısından. Belki de sadece Parlamento seçimi yapılsa sandığa gitmeyecek olanlar, Cumhurbaşkanlığı seçimi “de” yapılıyor olduğundan gidebilirler, giderlerse de… Önemli bir bölümü MHP’ye oy verebilir, diye düşünüyordum. Bir yandan da İnce’nin, CHP’den 7 puan kadar daha yüksek oy alacağına dair işaretler de belirginleşmişti.

İşin Cumhurbaşkanlığı seçimi tarafına bakarsak, katılım düşük olursa, 7 Haziran’da sandığa gitmeyenler yine gitmezse, AKP-MHP toplamı 44 civarında kalırsa, Erdoğan 42’ye kadar düşebilirdi. Akşener —taş çatlasın— 12 alırsa, Karamollaoğlu 4, Demirtaş 11 alırsa… İnce’ye 30’un üstünde oy kalıyordu. Bu ise İnce’nin CHP’den 10 puan fazla oy alması manasına geliyordu ki, bu kadar fark zordu. Parçalar birleşmiyordu yani…

(Burada böyle basitleştiriyorum ama esasında Ege’den, büyük metropollerden, Güneydoğu’dan, Adana-Mersin havzasından gelen bölük pörçük malumatı birleştirerek akıntıların istikametini ve şiddetini ölçmeye çalışarak yapıyordum hesaplarımı.)

Seçime az kala, katılımın —tahmin ettiğimin aksine— hiç de düşük olmayacağını hissetmeye başladım. Parlamento seçiminde MHP’nin benim beklediğimden de yüksek oy alması, Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Erdoğan’ın 47’yi geçmesi manasına geliyordu bu.

***

Bütün bunların, “yanıldım ama bir sorun, neden” kıvamında anlaşılmasını istemem. Derdim başka…

Diğer adayların dediklerini neredeyse hiç işitmeseler bile Erdoğan’ın olağanüstü zavallı bir performans sergiliyor olduğunu görmemesi imkânsız olan seçmenlerinin büyük bir kararlılık sergiliyor olduklarını hissettiğimden bu yana… Açıklamaya muhtaç bir şeylerle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.

Bu seçim öncesine kadar, ebeveynleri akşam gezmesine çıkmış ergenlerin şen, sorumsuz ve cıvık halleri vardı AKP cenahında… Bir yandan evin kendi evleri olmadığı “büyüklerinin evi” olduğu bilgisini, öte yandan —ara sıra da olsa— “ulan dönünce ağzımıza edecekler” korkusunun belirip kaybolduğunu hissedebiliyorduk.

24 Haziran öncesinde bir eşik aşıldı.

Bugüne kadar “evin büyüklerinin yokluğundan istifade” hayat şansı bulan şen şakraklık, sarhoşluktan kaynaklanan ve küstahlık biçiminde tezahür eden sahte cesaret ve sair duygulardan, seçim öncesinde eser yoktu. Çok anlamlandırabildiğim şeyler değildi, AKP cenahındaki korku, ürküntü… “Seçim neticelerini tahmin etmek hususunda benim bilmediğim şeyler mi biliyorlar” diye tereddüde düştüm sıklıkla. Öyle de görünmüyordu.

Şimdi, kısmen adlandırabilir gibiyim atlanan eşiği. AKP seçmeninin önemli bir bölümü, ilk defa 24 Haziran öncesinde, “büyükleri eve döndüğünde onları içeri almama” kararını vermiş görünüyor. Bu kararın muhtemel neticeleri hakkında, akılları çocuk aklı da olsa, az çok fikir sahibiler ve… Korkuyorlar. Bugüne kadar da hep korkuyorlardı ama bu defa başka. Bugüne kadar, “bu şenlik bitecek, elbet eve dönecekler ve evin halini görünce acayip hesap soracaklar” korkusu idi. Şimdi? “Döndüklerinde eve almadığımızda neler olacak neler” korkusu…

Daha somutlaştırmaya çalışayım… Bugüne kadar müesses nizamın yalanlarına karşı simetrik yalanlar üretirler iken, eğleniyorlardı. “Madem öyle, işte böyle” kıvamında… Muzırlıktı yaptıkları, yıkmaya yönelik idi. 24 Haziran öncesinde ve gecesinde ne muzırlık, ne eğlence… Sadece, kemiksiz, korku ve nefret… Öfke bile yoktu. Gerçi “seçmen kararını verdi de biz bilmiyoruz” deyip duruyordum ama o kararın böyle radikal bir karar olabileceği, itiraf etmeliyim ki, hiç aklıma gelmemişti.

***

Sıradan bir AKP seçmenini gözünüzde canlandırın.

Polatlı’da yaşıyor olsun. 40 yaşlarında, üç çocuk babası bir esnaf mesela. Cuma’ları mutlaka, arada sırada da vakit namazları için camiye gidiyor olsun. Sadece caminin imamından değil, arada bir sohbetlerine katıldığı bir “büyüğü”nden de memleketin hali, dünyanın hali hakkında “fikir” dinliyor olsun.

Bugüne kadar ruh durumu, az çok şöyleydi: “Orada son derece muhkem bir kale var. Biz buradan ne yaparsak yapalım, o kalenin burçlarında gedik açamayız ama mancınıklarla dövelim de rahatsızlık verelim hıyarlara… Bizim de var olduğumuzu akıllarından çıkaramasınlar.” Seçimler kazanıyor, memleket yönetiyor ama “misafir” oldukları duygusunu da muhafaza ediyorlardı. Dolayısıyla “İslam’ı muzaffer kılacağız, şeriatı getireceğiz, Türkiye lider ülke olacak” ve sair laflar, nasılsa gerçekleşmeyeceği için söylenmesinde bir beis olmayan, neticeleri hakkında kafa yorulmasını gerektirmeyen retoriklerdi.

24 Haziran’dan önce imam da, “İslam büyüğü” de, başka bir tonda konuşmaya başladılar.

Polatlılı esnafın çocuklarından büyüğü İstanbul’da okuyor mesela. Diğerlerinin gözü de oralarda. Pek kendisi gibi değil çocukları. Bir yandan çocuklarının “savrulmasından” mustarip esnafımız ve dünyaya diş biliyor ama öte yandan da dünyaya diş geçiremeyeceğini kabul ettiği için, kendisini suyun akışına bırakmıştı. Şimdi? Kendisinden, çocuklarının asla katılmayacağı bir dünyanın inşa edilmesi için destek isteniyor. Artık vakti gelmiş, öyle diyorlar. Katılmazsa? Öbür dünyayı kaybedecek. Katılırsa? Bu dünyayı…

(Katılırsa bu dünyayı kaybedeceğini, çünkü imamın ve “büyüğünün” dünyanın halini hiç anlamadıklarını, esnaf haliyle hissediyor. Dünya onların zannettikleri gibi değil, kitapta, kitaplarda yazanlara hiç benzemiyor, esnafımız biliyor. Babası anlatırdı, mesela sosyalistler de dünyanın kitaplarda anlatıldığı gibi olmadığını anlamamakta ısrarlıymışlar. “İyi adamlardı, herkesin iyiliğini istiyorlardı ama…” der dururdu.)

Seçim öncesindeki ketumluk, seçim gecesindeki ve sonrasındaki korku, bana öyle geliyor ki, AKP seçmeninin önemli bir bölümünün, ilk defa bu kıskaçta kalmasından kaynaklanıyor. “Kutsal savaşa gideceğiz, gelin orduya nefer yazılın” çağrıları yapıldığında, “nasılsa sefere çıkılmaz, çıkılamaz, sefere çıkmadan orduyu dağıtırlar, ben bir görüneyim belki hisseme bir şeyler düşer” diye şen şakrak boy gösterenler, 24 Haziran öncesinde, sefer görev emrini aldılar. “Gideriz, ölürsek şehit oluruz, ölmezsek ganimetten hisse alırız” diyebilecek insanlar çoğu, mesela sefere gitmek değil. Mesele, “karşıdaki” yağmalanacak ülkenin, “çocuklarının ülkesi” olması… Sevdikleri pek çok insanın, çok sayıda hısım akrabanın canının yanacak olması…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin