Şenlik

90’lı yılların sonlarıydı. Bir Kürt arkadaşımla birlikte Esenboğa’ya indik. Servisle şehre inerken, önümüzdeki koltuktaki genç bir kadının telefon konuşmalarına şahit olduk. Kadın kimiyle Kürtçe, kimiyle Türkçe konuşuyor, anlaşıldığı kadarıyla Ankara’da bir gecelik kalacak yer arıyor, bulamıyordu. Kürt arkadaşımın bir bekar evi vardı, ben de onda misafir kalıyordum. “Ben bu kadını davet edeceğim” dediğinde, “aklına bile getirme, döver seni, rezil oluruz” dedim ama dinletemedim. Servisten indik, arkadaşım kadına yaklaştı, Kürtçe bir şeyler söyledi. Kadın da Kürtçe cevap verdi. Rezalet filan çıkmadı. Taksiye bindik.

Kadın öğretmendi. Ankara’da öğretmenler için açılan ve anladığım kadarıyla terfi için işe yarayan bir imtihana girmeye gelmişti. Memleketin dört yanından çok sayıda öğretmen aynı sebeple geldiğinden de, bütün misafirhaneler filan doluydu. Başlangıçta kadında bariz bir ürkeklik vardı. Zamanla –nispeten– rahatladı. Eve vardık. Sohbet etmeye başladık. Derken… Kadın benim Kürt olmadığımı öğrendi. O andaki bakışını, o bakıştaki tamir edilemez nefreti hiç unutmayacağım. O andan itibaren aramıza, benim asla aşamayacağım bir duvar ördü.

Kendimce Kürtlerin maruz kaldığı şartları zulüm olarak değerlendiriyorum. O zaman daha da öyleydim. Ama benim Kürtlerle empati kurma çabasında olmam, Kürtlere yapılanlara karşı olmam filan, kadın için hiçbir mana ifade etmiyordu. O Kürt olduğu için zulme uğruyordu ve zulmü çektirenler de Türklerdi ona göre. Bütün Türkler…

***

Eh, o anda hissettiğim şaşkınlığa, kısa süre sonra çok şaşırdım. Mütedeyyin bir çevrede büyümüştüm ve büyüdüğüm çevre kendisini zulme uğramış hissediyordu. Zulmün öznesi kimdi onlara göre? Dindar olmayan herkes. Başta da gayrimüslimler. Şikâyetçi oldukları Cumhuriyet, memleketten gayrimüslimleri neredeyse kazımıştı ama benim büyüdüğüm çevreye göre, başlarına gelen her şey bir Yahudi tezgâhıydı. Yahudi arkadaşlarım maruz kaldıkları zulmü o kadar açıktan dile getiremiyorlardı ama uzun sohbetlerin sonunda dilleri çözülürse, yaşadıklarının hep dindarlar yüzünden olduğunu düşündüklerini anlayabiliyordunuz. Memleketin en çok zulüm görenleri listesinin ilk sırasından nadiren inen sosyalistler de mesela yaşadıklarından milliyetçileri mesul görüyorlardı. Milliyetçiler ise, sosyalistlerin kendilerine zulmettiklerini düşünüyorlardı.

Sözün özü, memlekette herkes acı çekiyordu ve kendi acılarının, acı çeken başkaları tarafından imal edildiğini düşünüyorlardı –kendilerine acı çektirdiğini düşündüklerinin de acı çekiyor olduğunu ise görmezden geliyorlardı. Halin böyle olduğunun hanidir farkındaydım ama yine de Kürt öğretmenin gözlerinde, benim Türk olduğumu öğrendiğinde beliriveren nefreti hak etmediğimi düşündüğümden incinmiş, bana bile böyle davranmasına içerlemiş, şaşırmıştım. Şaşkınlık işte…

***

Akşam’da yazarken, Kürtlerin kazandığını, ama asıl önemlisi kazandıklarını silahla kazandıklarını, silahla kazandıklarını kendilerinin bildiğini, başka herkesin de bildiğini yazmıştım. Şimdi bir yalana ihtiyacımız vardı. Hepimizi inandıracak bir yalana: Kürtlerin kazandıklarını silahla kazanmadıklarına, başka türlü kazandıklarına inandırılmamız gerekiyordu. Aksi halde bu bilgi, toplumu, çok uzun süre boyunca olmayacak sıkıntılara sebep olacak şekilde zehirleyecekti.

O yazıda Kürtlerin kazandığını yazmıştım ama dilimi ısırmış, Türklerin yenildiğini düşündüğümü yazmamıştım. Birkaç haftadır, “Kürtler Türkleri yendiler” diyorum. Deme ihtiyacı hissediyorum. Dilimi ısırmaktan vazgeçmem gerektiğini hissediyorum bir vakittir.

Belki de şundandır: Akşam’daki yazıda sözünü ettiğim yalan ihtiyacı, devlet –ve memleketin aydın kadrolarından maaş alan zevat– parmağını oynatmadan, 7 Haziran’da imal edildi. HDP’nin barajı geçmesi, PKK’nın kırk yıllık mücadelesinin önüne geçme potansiyeli kazandı. Benim Kürt olmadığımı öğrendiğinde böceğe bakar gibi bakmaya başlayan Kürt öğretmen kadının bütün Türklerle arasına ördüğü duvarda belki de bir delik açıldı. Kendisini görmüşlüğüm yok, açılmış olduğunu ümit ediyorum. Zamanla büyüyebilecek, genişleyebilecek bir delik. Çünkü çoğu genç olan bazı Türkler, Kürtlerin barajı aşıp parlamentoda temsil edilmelerine destek oldular.

Şimdi PKK’nın tarihe karışması gerekiyor. Bunu Türkler yapamaz. Devlet hiç yapmaz, yapamaz. PKK’yı ancak Kürtler tasfiye edebilir. Türkler yenildiklerinin, Kürtler de Türklerin yenildiğinin farkına varırsa, silahlı kuvvetlerin terhis edilmesinin vaktinin geldiğine karar verilebilir diye hissediyor olabilirim.

***

Geçende, hepsi genç olan bazı Türkler –Türkiye’nin değil– Suriye’nin Kürtleri için şenlikli bir destek provası yaparken katledildiler. Şenlik, bütün vatandaşlarında zulmetmek için en az bir sebep bulmakta mahir olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin hoşuna gidecek bir ruh hali değil. Aksine, tecrübeyle sabit ki, en hoşlanmayacağı ruh hali. Şenlik, güney sınırımızın güneyini talan edip duran IŞİD kafasının da katlanabileceği bir ruh hali değil. Belki de bunu hissettiklerinden, öyle şenlikli, öyle oyuncaklıydılar çocuklar. Dünyanın Türkler-Kürtler, Müslümanlar-diğerleri filan diye değil, şenliğin yanında olanlar-şenliğe karşı olanlar diye bölündüğünü gösterebilme ihtiyacı hissettiklerinden…

Ve anlaşılan o ki PKK, Kürt gençlerinin şenliğin büyüsüne kapılmasından şiddetli kaygılandı. Kaygılanması gerekiyordu. Çünkü HDP’nin kampanyasının temel ayrıcı unsuru olan şenlik hali Kürtlerin arasında yaygınlaşırsa… PKK da biliyor, PKK’yı Türkler tasfiye edemez, devlet hiç edemez. Ama Kürtler tasfiye etmeye karar verirlerse, edebilirler.

***

Vikipedi’de Illich maddesinde Tools for Convivialty’den yapılan alıntının ilk paragrafı şöyle:

“Araçların aşırı ölçüde gelişmesi, insanları çok yeni biçimlerde tehdit etmektedir. Bu tehditler geleneksel angarya ve haksız muameleye benzemekle birlikte, yeni bir kategori oluştururlar. Çünkü bunları yaratanlar da, kurbanları da aynı kişilerdir: Yıkıcılıkta sınır tanımayan araçları hem yöneten hem de talep eden kişiler. Bu oyunda, başlangıçta bazıları kazansa da, sonuçta herkes her şeyini kaybeder…”

Ahmet Kot Tools for Convivialty’yi Türkçeye Şenlikli Toplum adıyla çevirmişti. Kitap 1973’te yazılmıştı ve –yukarıdaki kısa alıntıdan da hissedilebileceği gibi– çok provokatif bir dili vardı. Illich’in kehanetlerinin önemli bir bölümü gerçekleşti. Bazıları gerçekleştiğinde, Illich’in öngördüğü biçimde gerçekleşmediler. Ama kitabın iması yerli yerinde duruyor: PKK bir araçtı, AKP de… Her ikisini de yaratanlar ve her ikisinin de kurbanları aynı kişiler. Her ikisinin serencamında da, başlangıçta birileri kazansa da, neticede hepimiz kaybetmeye başladık.

Ve lakin…

Her ikisi de direniyor. Direnecek. Gerekirse birbirlerinden destek alarak ayakta kalmaya, hayatta kalmaya çalışacaklar, çalışıyorlar. Çaresi, onların karşısına onlar gibi bir şeylerle çıkmak değil.

Çaresi şenlik.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et