Sığlaşma
İki ay kadar önce, eski bir öğrencisi bir sohbet sırasında anlattı. Teyit etmek için çok uğraştım ama edemedim. Yine de paylaşmaya karar verdim.
Nur Vergin Fransa’dan dönüp İstanbul Üniversitesinde çalışmaya başladığında, Zonguldak’a göç konusunda bir alan araştırması yapmış. Zonguldak’a göç edenlerin hanelerine, kadın olması sayesinde rahatlıkla girip çıkmış ve derinlemesine mülakatlar yapmış. Bu arada sıklıkla “beyim evde olsaydı şimdi size bir tavuk keserdik” türünden yazıklanmalar dinlemiş.
Araştırmasında diğer bulgularının yanına, bu hali, mealen, “Anadolu misafirperverliği dil düzeyinde yaşıyor ama fiiliyatta dönüşüme uğramış, kadınlar, bahçelerinde kümes olduğu halde bir tavuk kesmiyorlar ama misafirlerine tavuk kesme âdetini dilde yaşatıyorlar” gibi bir yorum da eklemiş. Çalışmasını yayınlamadan önce muhtelif kişilere, kontrol amacıyla yollamış. Yolladıkları arasında, İlahiyat Fakültesinden bir profesör de varmış. Bahsi geçen profesör, “sözünü ettiğiniz bölgedeki göçmenlerin çoğu filanca mezhebe mensuptur, o mezhepte kadının hayvan kesmesi caiz değildir” diye bir not yollamış.
Vergin İstanbul Üniversitesinde öğrencilerine bu hatırasını aktarıp, sosyolojik çalışmaların zorluğunu ve tabiatını anlatırmış.
Hikâye üç sebeple hoşuma gitti.
Birincisini yıllardır, türlü şekillerde söylemeye çalışıyorum: Şeyler arasında nedensel ilişki kurmaya kalktığınızda, kolaylıkla bir yığın farklı nedensel ilişki kurabilirsiniz. İlişkinin nedensellik vasıfları taşıyor olması, onun doğru olduğunun, geçerli olduğunun bir delili değil.
İkincisi, geçenlerde de söylediğim gibi, memlekette üniversite yok. Nur Vergin —muhtemelen Fransa’dan yeni gelmiş olmanın da etkisiyle— (a) alanda araştırma yapma ihtiyacı hissetmiş, (b) yaptığı araştırmayı yayınlamadan önce muhtelif kişilere yollayıp bulgularını doğrulama ihtiyacı hissetmiş ve (c) yanılmış olmasından öğrenmiş, yanılmış olmasını öğrencileriyle paylaşmaktan çekinmeyecek kadar da bilimsel namus göstermiş. Bunlar bizim üniversitelerimizde az bulunan hasletler. Giderek de seyreliyorlar.
Bizde işler şöyle yürüyor: Mesela sosyoloji alanında, yurt dışında ses getiren bir araştırmadan hasbelkader haberdar olunuyor. Benzer bir araştırmayı Türkiye’de yapıp, uluslararası ana akıma eklemlenmek gibi bir cinlik akıl ediliyor. Ama araştırmayı yapmak için kalkıp Zonguldak’a gideceksin, aylarca kapı kapı dolaşacaksın, filan… Zor iş. Bir anket formu hazırlanıyor, öğrencilerin eline verilip bölgeye yollanıyor. Mesela kadınlar eve erkek öğrencileri almıyorlar. “Adi millet, bilime destek olmaya hiç hevesi yok” oluyor. Yapılabilen anketlerden bir netice çıkarılıyor. Eğer netice beklentilere uygunsa ne ala, aksi halde “sabunlanıyor”, uluslararası bir dergi tarafından kabul edilebilir hale getiriliyor. Sonra, yayınlandıktan sonra, hasbelkader biri haberdar olup da “ama onlar filanca mezhepten” filan diye itiraz edecek olursa, itirazı dile getirenin mezhebi, nesli ve saire gündeme getirilerek itiraz eden itiraz ettiğine pişman ediliyor.
Bir yandan da ama, üniversiteye, üniversite mensubu olmaya imtiyaz talep ediliyor.
Üçüncü ve asıl mühim olan mevzu şöyle: Nur Vergin’in yaptığı şeyin bir neticesi oluyor. Vergin değişiyor. Öğreniyor. O değişim, o öğrenme, az veya çok, öğrencilerine geçiyor. Vergin’in tecrübesi sayesinde üretilmiş olan bilgi öğrencilerinde bir ölçüde yaşıyor. Ama biz, bu neticelerin hiçbirini görmüyoruz. Onlar gözlenebilir şeyler değil. Ölçülebilir şeyler de değil. Vergin yaptığı şeyi yaptığı gibi yapmasaydı her şey nasıl olacaktı, bilmiyoruz. Mukayese imkânımız yok.
Ama mesela, memleket ahalisi kurban kesmeseydi, her Kurban Bayramında gözlenen muhtelif vahşet manzaraları yaşanmayacaktı, bilebiliyoruz. Başka neler değişecekti, kurban kesme engellenebilseydi? Bilmiyoruz. Bildiği kadarı, birçok kişiye yetiyor.
Hâlbuki gerçeklik, Nur Vergin gibilerin o gözlenemez, ölçülemez değişimleri üzerinden şekilleniyor. Daha doğrusu, elbette “kurban kesilmesin” diyenlerin yaygarasından ve kurban keserken asgari inceliği sergilemeye bile ihtiyaç duymayanların kaba-sabalığından da bir gerçeklik şekilleniyor. Ama bu karşılıklı hoyratlıkları inceltecek doğru dürüst birikimler olmayınca, sadece vahşi bir güç savaşı kalıyor gerçeklik olarak. Güç görülüyor, gözlemlenebiliyor. Anlama çabası ve o çabanın neticeleri ise öyle değil.
***
Türkiye’de, memleketi ve dünyayı anlama çabası varsa, kendi tespitime göre, görüyor, gözlemliyor olamazdık. Belki vardır yani, nereden biliyorum olmadığını? Elcevap: Bilmiyorum. Ama mutlaka vardır bir yerlerde diye düşünüyorum. Vardır, yaşıyordur bir yerlerde. Zaten zaman zaman, hiç aklıma gelmeyecek yerlerde rastlıyorum da ona.
Ama hızla seyreldiğini düşünüyorum. Birkaç sebeple…
Bir defa, giderek daha seyrek rastlıyorum ona. İkincisi, “e, ne işe yarayacak bunlar, sen siyasete girsene” türü telkinlerle daha sıklıkla karşılaşıyorum. “Boş ver bunları, elini taşın altına koyacaksan koy” filan gibi eleştirilerle daha sık karşılaşıyorum.
Ve ayrıca, memleketin havasının genel kokusu, içinde bu tür çabaları giderek daha az barındırıyor gibi değişiyor. Benim burnum, mesela yaşlanmaktan dolayı değişmiyorsa, hava kesin değişiyor. O değişim dindarlaşma, muhafazakârlaşma filan değişimi değil. Sığlaşmaya, sıradanlaşmaya, güce tapınmaya doğru değişiyor memleket.