Sırtlanlığın İstikbali
Bildik hikâye ya, özetle tekrarlayayım:
Akdeniz kıyılarında, –muhtemelen bir Yunan sahil kasabasında– gezinen kuzeyli –muhtemelen Alman– turist, öğleden sonra rıhtımda uzanmış bir balıkçı görür. Aralarında şöyle bir diyalog geçer:
– Ne yapıyorsun?
– Yatıyorum.
– Hava güzel, neden balık avlamıyorsun?
– Bugünlük balığımı tuttum.
– İyi de daha erken, daha çok balık tutabilirsin.
– Ne yapacağım daha çok balığı?
– Satar para kazanırsın.
– Ne yapacağım daha çok parayı?
– Bir tekne alır, daha çok balık tutabilirsin.
– Sonra?
– Sonra birkaç tekne daha alır, bir filo kurarsın.
– Sonra?
Kuzeyli turist, Akdenizli balıkçının aymazlığına sinirlenir, “Sonra yan gelir yatarsın” der. Balıkçı şaşkın, “iyi ya, ben şimdi onu yapıyorum” diye cevap verir.
Gençken bu hikâyeyi Henrich Böll’ün bir kitabında okuduğumda, hikâyenin ta İskender’in babasına kadar uzanan bir geçmişi olduğunu bilmiyordum. Ama “budur” demiştim.
Şimdi kafam gençken olduğu kadar net değil, bir hayli bulanık. (Kafamın bu halini de çok seviyorum.)
***
Meselenin iktisadi yanıyla alakalı değil söyleyeceklerim. Biriktirmenin, biriktirme şehvetinin matah bir şey olmadığı hususunda gençken düşündüğüm gibi düşünüyorum. Almanın kafası, bir filo kurup, yan gelip yatmayı garanti altına almanın mümkün olduğu varsayımına göre çalışıyor. Yunanlı balıkçı yarının garanti olmadığını biliyor. Bence Yunanlı haklı.
Ama…
Yan gelip yatmak da matah şey değil. İster Yunanlı balıkçı gibi, o günü kurtardıktan sonra derhal tahsil edilsin, isterse Alman müteşebbis gibi uzun ve yorucu bir maceranın sonunda toptan tahsil edilsin, bir ücret olarak yan gelip yatma, uğruna yatırım yapılacak bir şey değil. Sıkıcı, en azından…
Ama asıl mesele bu değil.
İki tutum arasındaki asıl fark şurada: Alman turistin kafası ile davranınca, tekne yapımcıları, teknelerde çalışacak balıkçılar, teknelerin bakımını yapacak bir yığın insan sebepleniyor. Yunanlı balıkçının kafası ile davranınca… Malum.
Almanları Yunanlılara tercih etmek aklımdan bile geçmez. İşaret etmek istediğim husus, karmaşık sosyal örgütlenmelerin nasıl zuhur ettiği.
Devam etmeden önce belirtmek gerekiyor: Yunanlı balıkçı öğleden sonra yan gelip yatıyor. Alman kafasıyla bir filo kursaydı, asla yan gelip yatamayacaktı. Bir gün yan gelip yatma hayaliyle, ama o günü hep erteleyerek, her gün daha çok çalışmak zorunda kalarak yaşayacaktı.
Bir siyasi parti kuruyorsunuz mesela. İktidar oluyorsunuz. Daha çok oy alıyor, daha güçlü bir iktidar oluyorsunuz. “Buydu” deyip, yan gelip yatamıyorsunuz. Kurduğunuz siyasi parti, güya, Alman aklına karşı Osmanlı aklı filan gibi laflar üretiyor ama siz “Başkanlık” diye tutturmak zorunda kalıyorsunuz. Kazara Başkanlık mümkün olsa, tutturacak başka şey bulmak zorunda kalacak, mesela Başkanlığı damadınıza devretmek için tutturacaksınız. Duramayacaksınız. Yan gelip yatamayacaksınız.
Âleme Osmanlı aklı satan bir “Alman akıllı” olmanız da meselenin özü değil. Asıl mesele, Alman akıllı bile olamamanız. Çünkü Alman akıllı olsanız, filoyu kurduğunuzda, onu işletebilmek için bir yığın tekne yapımcısına, balıkçıya, tekne bakımcısına, liman işleticisine filan ihtiyacınız olduğunu, karmaşık bir örgütlenmenin bir bileşeni olduğunuzu ta omurilikten bilirsiniz. Başkalarının size borçlu olması gibi, sizin de başkalarına borçlu olduğunuzu, işin karşılıklı muhtaçlık üzerinden yürüdüğünü bilirsiniz.
***
Bütün bunları Markar Eseyan’ın yazısı çağrıştırdı (http://www.yenisafak.com/yazarlar/markaresayan/dindarlari-tarif-dindarligi-tasnif-etme-meselesi-2024732). Eseyan’ın yazısıyla benim dediklerim arasında alaka kurmak kolay olmayabilir. Yardımcı olmaya çalışayım.
Yıllar önce, çok yıllar önce, ben genç ve kafası net biriyken, “dünya tıkanıyor, yeni şeyler lazım ve onlar da onlarca yıldır muhalefet tecrübesi biriktiren dindarlardan çıkabilir” diye düşünüyor ve yazıyordum. Hâlâ öyle düşünmeyi sürdürebilirdim, eğer memlekette dindarlar diye tasnif edilebilecek bir özne olsaydı. Ama 2002’den sonra gördük ki, ortada dindar denebilecek birileri yokmuş. Osmanlı’yı bilmeden Osmanlıcılık, İslam’ı bilmeden dincilik yapan, yekûn derdi Almanlaşmak olan birileri varmış sadece. Almanlaştırılmış birileri… Ama o da eksik gedik… Yani Almanlar gibi filo kurmaya hevesli ama karşılıklı muhtaçlığa, karmaşık sosyal örgütlenmelere filan kafaları zerre kadar çalışmayan bir güruh.
Eh, Alman aklının işe yarayan kısımlarını çıkarıp, geri kalanını Osmanlı aklının işe yaramaz kısımlarıyla paketlemek de yeni bir şey. Bir sentez. Buradan bir şey çıkar mı? Bu tür soruların cevapları, sürecin içinde yaşarken güvenilir bir biçimde verilemez. Belki de çıkar.
Ama Eseyan’ın hesaba katmadığı çok şey var.
Bir defa mesela, hayat daha karmaşık sosyal örgütlenmeler istikametinde yol alıyor. Sırtlanlar gibi çeteleşmek ise kesinlikle çok ilkel bir örgütlenme tarzı ve çoktan aşılmış bir karmaşıklık seviyesi.
Buna bağlı olarak ikincisi, yeni bir yol açılacaksa, ötekileri dışarıda bırakarak (veya içeri atarak) açılmaz. Toplumlar bütün kesimlerinin dönüşmesiyle dönüşürler. Kesimlerin birinin diğerlerine rağmen icat yapmasıyla veya diğerlerini kendine benzetmesiyle değil.
Ve son olarak… “Eh, evet diğer herkesi püskürttük, şimdi düşünme zamanı geldi” olmaz. Şimdiye kadar düşünmeniz gerekiyordu. Bu kafayla nasıl asla yan gelip yatamayacaksanız, asla düşünme zamanı da gelmeyecek. Her gün biraz daha hoyrat, düşünmeyi biraz daha aşağılayan, eskiden iş yaptığını zannettiğiniz (veya zannetmememizi istediğiniz) formüllere daha bağnazca bağlanarak, tarihin çöplüğüne doğru uygun adım yol alacaksınız.
Bizi de sürüklüyor olmasanız, hiç dert değildi.