“ABD’de kan gövdeyi götürüyor, pandemide ikinci dalga gelecek mi kaygısı bir yanda, ekonomik kriz ilmeği boynumuza geçirmiş sehpanın ne zaman tekmeleneceğini bekliyoruz, Epikür nereden çıktı şimdi” demeyin. Pandemiden önce de işler yolunda değildi, “acaba ilacı Epikür’ün formüllerinden türetebilir miyiz” diye finansman arayışına çıkmış olanlar vardı. Pandemiye gösterilen aşırı reaksiyon, bir manada, Epikür’ün telkinlerini hemen hepimize
Başımıza bir iş geldi. Körlerin fili tarifi gibi, her birimiz tuttuğu yerden tarif etmeyi sürdürüyoruz. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde… İşin tuhafı, fil odanın ortasında belirmeden ne diyordu isek, aynı şeyleri demeyi sürdürüyoruz. Şu kapitalizm, neoliberalizm, küreselleşme şeytan üçlüsü hakkında söylene gelmiş olan ne varsa, “işte gördünüz mü, demiştik biz” edasıyla, ses yükseltilerek
Gazete Duvar, John Gray’in kriz sonrasına dair düşüncelerinin tercümesine yer vermiş. Başlığa da, “bu kriz tarihte bir dönüm noktasıdır” ibaresini çıkarmışlar. Bu vesileyle ve Gray’in yazısını karşıma alarak, pandemi sonrasına dair düşüncelerimi biçimlendirmeye çalışayım. Öncelikle söylemek gerekiyor ki, tarihte bir dönüm noktası tespitine katılıyorum. Ama dönüm noktasına pandemiyle gelmiş değiliz. Pandeminin kendisi —yani sebep olduğu
Taner Akçam demiş ki, “Türkiye’nin bugünkü ana problemi, mevcut kuruluş hikâyesinin, hikâyelerinin iflas etmiş olmasıdır. Muhalefetin çaresizliğinin ve beceriksizliğinin ana nedeni de budur. Onlar bize hala mevcut kuruluş hikâyesinin içinden bir gelecek vaat etmeye çalışıyorlar. Oysa artık mevcut kuruluş hikâyesinin üzerine bir gelecek inşa edemezsiniz.” Ne münasebet! Halt etmiş. Türkiye Cumhuriyeti, modern çağın en müthiş
Ümit Kıvanç, Britanya Tıp Birliğinin bir genelgeyle triyaj yetkisini hekimlere devretmesi üzerinden, medeniyetimizin iflasını ilan etmiş. Suçluyu da teşhis etmiş —zaten o suçlu hep elinin altında, araması gerekmiyor. Önce… Solunum cihazı yetersizliği sebebiyle triyaj ihtiyacının hâsıl olması, evet, Kıvanç’ın öfkesini, hatta daha fazlasını haklı çıkaracak kadar büyük bir basiretsizlik. Hele ki benzer bir şeyin Türkiye’de
Adam, her bir şeyin esrarını çözmüş bir edayla kükrüyordu. Âlemin esrarını çözmüş olmak, malum, kıyamete beş kaldığını idrak etmek demek ve dolayısıyla da özel olarak karartılmış bir çehreyle konuşulması gerekiyor. Aha işte o çehreyle, “insan türü haddini aştı, aşırı güçlendi, tabiatın aleyhine çok mevzi kazandı” gibilerinden geğiriyordu. “Yahu öyle diyorsunuz ama son kırk yılın belki
Âlem Aydınlanmanın kavradığı gibi olsaydı… Yani geçmiş nesillerin aymazlığı ve cehaleti yüzünden birikmiş, her biri çözüm bekleyen bir problemler havuzu olsaydı âlem… Biz de nihayet problemleri çözmenin mekaniğini keşfetmiş şanslı nesiller olsaydık… Önümüzdeki çözülmemiş problemlerden birini alır, çözer, heybeye atar, sonrakine bakar… Makul bir süre içinde de… Anladınız siz onu. Âlem öyle değil ve öyle
Dennis Carroll’la yapılan bir söyleşiyi Tarkan Tufan Gazete Duvar için tercüme etmiş, sağ olsun. Carroll’ü Netflix’in Pandemic dizisinde görmüştük. Olmayacak yerlerde karşımıza çıkıyor ve haritaya yukarıdan bakan bir bilge insan gibi bize yol gösteriyordu, bir nevi. İşbu söyleşide de akıllıca bir yığın laf etmiş. O da sağ olsun. Carroll’ün ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlamış
Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabının ardından ateşli tartışmalar yaşandı —Türkiye’de de ama daha çok dünyada. Bana çok da dokunmadı o tartışmalar çünkü kitaptan bana kalan kavrayışa teğet geçiyordu çoğu. Kuhn’u okuyana kadar bana öyle geliyordu ki, mesela sıhhat kelimesi, her devirde hep aynı manaya gelmişti ve meseleye azıcık aşina olan herkes için de aynı
Aşırı, yersiz ve biçimsiz kullanıldığından, bugün başörtülü kadınlar mevzuunun kabak tadı verdiğinin farkındayım. Ama yirmi yıl önce —yirmi yıl öncesine kadar uzun süre— gerçek bir problemdi o. Memleketin biricik problemi değildi, hatta en can yakıcı mevzuu olmamış da olabilir. Ama onun serencamı üzerinden birçok derdimizi deşifre etmek hâlâ mümkün. Birileri genç kızlara, “hem başınız örtülü