Tarih Nereye Yazılıyor?
Güneydoğu sınırının güneyinde bir şeyler oluyor. Çok şeyler oluyor. Aslında galiba tarih yazılıyor.
Şöyle uzaktan bakınca, ABD’nin Kürtleri satıyor olduğu intibaı edinmek kolay. ABD böyle bir şey yapar mı? Eh, herhalde yapabilir olduğundan şüphe eden yoktur. Yapıyor mu? Aydın Engin’den Amberin Zaman’a kadar, birbirinden hiç hazzetmeyeceğini tahmin ettiğim birçok kişi, dümdük söylemeseler de, ABD’nin Kürtleri satıyor olduğunu düşünmeye başlamış görünüyor.
Ankara’da şöyle biraz gevezelik yapınca, yaygın kanaatin ana hatları beliriyor: ABD’nin bölgede yegâne derdi IŞİD. IŞİD’e karşı –kara ordusu olarak– Kürtlere ihtiyacı var. IŞİD geriletilince Kürtlere de ihtiyaç kalmayacak. Veya IŞİD’e karşı dövüşme işini Türkiye üstlenirse de… Zaten Kürtler Rusya’ya da fazla yanaşmışlardı. ABD buna da katlanamaz. Eh, Türkiye ayak sürümekten caymış gibi görünüyor. O halde Kürtlerin ABD için pek bir kıymeti kalmamış olmalı.
“Bu işler benim boyumu aşar” diyeceğim ama… Yok, “ama” filan demeyeyim, bu işler boyumu aşar. Aşar da…
JFK, “sıklıkla…” demiş, “kanaat sahibi olmanın konforunu düşünmenin konforsuzluğuna tercih ediyoruz.” Ankara’da hızla yayılan kanaat de fazla konforlu.
Birincisi, ABD’nin Suriye –ve daha genelde Ortadoğu– politikasının biricik aksının IŞİD ile dövüşmek olduğunu kabul edemem. İkincisi, Kürtlerin bölgedeki oyundaki biricik rolünün bu olabileceğine ihtimal veremem. Üçüncüsü, bölge oyununda ABD ile Rusya’nın karşı karşıya olduğunu zannetmiyorum. Filan…
Yani, bir vakittir bana da Kürtler ile ABD arasında bir soğukluk varmış hissi geliyor gelmeye de, yukarıda özetlediğim akıl yürütmenin öncüllerinin hiçbirine katılmıyorum. Ya bir satış yok veya –eğer bir satış varsa– hikâye başka olmalı. Neticede, ABD’de seçim dönemindeyiz. Sadece ABD ile Kürtler arasındaki oyunda değil, bütün uluslararası oyunlarda hadler, karşılıklı olarak birbirini sınayarak tayin edilir –daha önce başka bir vesileyle demiştim, bizim Aydınlanmacı çocuklar idrak edemese de hadler dışarıdan bilinebilir şeyler değil. Şimdiki hal de bir cilveleşme olabilir. Filan.
***
Ama zaten bütün bunlardan bana ne? Kürtlerin meselesini Kürtler düşünsün. Kendi menfaatlerini benden daha iyi düşüneceklerinden eminim bir defa. İkincisi, Kürtlerin kendi menfaatlerini düşünürken Türkiye’yi de kollamaya, çoktandır, pek gönüllü olduklarını zannetmiyorum –anlaşılır sebeplerle.
Meselenin Türkiye’yi ilgilendiren tarafına bakacak olursak…
Diyelim hayatını Erdoğan’a fiktif zaferler imal etmeye adamış koro haklı, Türkiye hâlâ masada bir oyuncu –veya oyuncu olarak geri döndü. Bir oyuncu olarak Türkiye’nin çözüm olarak gördüğü nedir? Bu hengâme bittiğinde yani, nasıl bir Türkiye, nasıl bir Suriye, nasıl bir Irak öngörüyor Türkiye –yani Erdoğan? Sizce belli mi? Bence pek değil. Görüntüye bakacak olursak, onca devrim edebiyatına karşılık, statükoya çoktan razı bir Türkiye var. Yani her üç ülkenin arbede başlamadan önceki –ve şimdi de şeklen devam eden– hallerine rücu edilse, Ankara razı gibi… İyi de bu olacak iş mi? İran’dakileri saymıyorum, kalan Kürtleri üç ayrı bayrak altında, Bağdat, Şam ve Ankara’nın avcuna bakar bir biçimde yaşamayı sürdürmeye razı edebilecek bir güç görünüyor mu ortada? Bağdat’ı, Şam’ı yeniden payidar etmenin bir yolu görünüyor mu? Bağdat ve Şam’ı ayağa kaldırmadan veya onların erişemediği bölgede yeni bir kudret odağı yaratmadan IŞİD’i bölgeden kazımanın bir yolu görünüyor mu?
Sorular bu kadar değil. Sordukça yenileri doğuyor. IŞİD’le kendi kara gücüyle savaşmayı –neticede kendi askerlerini riske atmayı– göze alamadığı için Kürtleri kullandığı söylenen ABD, Kürtleri Ankara’nın istediği yerlere sürmek için riske girecek mi? Girmeyecekse, bu işi ABD’nin ve AB’nin görmezden gelmesiyle Türkiye yapacaksa, nasıl olacak bu iş? Hadi cephede yaptı diyelim, büyükşehirlerde ortaya çıkacak terörle nasıl baş edecek?
Daha mühimi, IŞİD ne olacak? Şu anda memlekette şehadet şerbetini içmek için kendisini patlatmaya gönüllü kaç bin IŞİD militanı var, bilen var mı? 15 Temmuz’dan bu yana, mesela Membiç’in düşmesiyle memlekete kaç militan girdi? Neredeler? Dikkat isterim, on binlerce –hatta yüz binlerce– olduğunu tahmin edebileceğimiz sempatizanları hesaba katmıyorum bile…
Ama bütün bu sorular bence manasız. Çünkü Türkiye masada bir oyuncu değil.
Neden değil?
Mesela Taşgetiren’in birkaç gün önce yazdığı yazıyı okursanız, neden olmadığını anlamak kolay (http://haber.star.com.tr/yazar/ust-akila-karsi-super-akil/yazi-1135982). Öğreniyorum ki, tüm dünyanın Obama’nın ne dediğine değil, Erdoğan’ın ne dediğine baktığını iddia eden birileri var. Öyle sizin gibi, benim gibi birileri değil, AKP’de vekillik yapmış, gazete görünümlü şeylerinde yazan birileri… Taşgetiren’in kendisine katılmadığını, “keşke” demesinden anlıyoruz. Yani “uçmayın kardeşim” diyor Taşgetiren arkadaşlarına. Sonra da üst akılın hamlelerini bertaraf edecek bir süper akıl ihtiyacıyla bağlıyor yazısını.
Maaile bir üst akıl öznesinden söz etmekteler, oynanan oyunun bir yığın aktörün karşılıklı hamleleriyle şekilleniyor olduğunun idrakine ermek işlerine gelmiyor. İçlerinde en aklı başında görüneni de, işte, “biz de madem bir süper akıl koyalım ortaya” diyor. Eh, bence de… Nerede satılır o sözü edilen şey, söyleyiversinler Reis’e, hemen satın alsın birkaç tane. Birini şimdi kullanırız, kalanlar da ihtiyaten… Dünyaya nizam verilecek ya, iş uzun. İleride de lazım olur.
***
Seçim kazanmaya yeten şeylerin, mesela Suriye’de oyuncu olmaya da yettiğini zanneden birileri vaziyet ediyor memlekete.
Hayırlı işler.
Ama biz, yani bu topyekûn çılgınlığa kapılmamış, güç zehirlenmesine maruz kalmamış sıradan insanlar biliyoruz ki, meydanlara toplayabildiğiniz milyonlarca kişi, size ancak bir sandık zaferi sağlar. Suriye zaferi için çok daha fazlası lazım. Dolayısıyla biz kendi aramızda, öyle Taşgetiren’in arkadaşı filan gibi hamaset yapmadan, serin serin konuşabiliriz.
Herhalde kolaylıkla teşhis edebileceğimiz ilk şey, Türkiye’nin oyunda bir oyuncu olmadığı olur. Mevcut oyuncuların hiçbirinin, kendi planları her neyse o planları gerçekleştirmek için Türkiye’ye ihtiyacı yok. Türkiye, Rus uçağını düşürdüğü andan beri kullanışlı bir özne değil. Oraya kadar, iyi kötü, birileri için işe yarayabilir bir özneydi. Hatta herkes için…
Daha önce bu kullanışlılık terimini, şahıslar için kullanmıştım. Kimselerin hoşuna gitmediğini biliyorum. Kullanılmak kimsenin içine sindirebileceği bir rol değil. Ama işin üstündeki boyayı kazırsanız, herkesin herkesi kullandığını fark etmek kolay. Kullanışlı olmak matah bir şey yani, kendini kullandırmamak matah değil.
Taşgetiren’in yazısında bir teferruat var: ABD Büyükelçisi James Jeffrey demiş ki, “Erdoğan sevilmiyor Batı’da, çünkü yaltaklanmıyor ve hataları yüzümüze söylüyor.” İşbu zat bu lafı nerede, hangi bağlamda etmiş, hiçbir fikrim yok. Ama ortalama akıllı biri bilir ki, bu laf edildi miydi, Erdoğan buradan olağanüstü prim yapar. Yani iki şeyden birini kabul etmek durumundayız: (a) Jeffrey kendisi Erdoğan’ı sevmeyen Batı’dan değil –ki ona böyle prim yaptıracak bir lafı ediyor veya (b) Jeffrey süzme ahmak, ettiği lafın muhtemel neticeleri hakkında hiçbir öngörüsü yok.
ABD hariciyesinde birileri o kadar da ahmak olabilir mi? “Olamaz” diyemeyeceğim (Akşam’da yazarken birkaç yazıda demiştim mealen, “Türkiye’nin hariciyesine ABD’ninkini model olarak göstermeyin, kazara bizim hariciyemiz de öyle işlerse haftaya kalmaz batarız”.) Ama kendi hesabıma, birinci seçenek daha makul görünüyor. Obama’nın bir söyleşide, mealen, “Erdoğan bizim istediğimizi yapmadı, güçlü ordusunu Suriye’ye sokmadı” deyişini de aynı paralelde değerlendiriyorum.
Bağlantıları kolaylıkla kurabileceğinizi tahmin ettiğimden, uzatmayayım: Türkiye hanidir kullanışlı bir özne değil. Ama Erdoğan hâlâ kullanışlı bir özne. Kimsenin bir işine yaramayan Türkiye’nin ayak altından çekilmesi gerekiyor ve bu işi en az sızıntıyla yapabilecek öznenin Erdoğan olduğu düşünülüyor.
***
Biz yine gelelim Türkiye’ye…
Eğer Obama Erdoğan’a sahiden “biz havadan, siz karadan” dediyse bir vakitler… Eğer Erdoğan bu şark kurnazı teklife yanaşmadıysa… Helal olsun. O tutumu için yani…
Ama o tutumu sergileyen biri, arkasını getirecek işler de işlemeliydi.
İşleyemedi ve neticede –görüldüğü kadarıyla– geldiğimiz nokta, Obama’nın bir vakitler Erdoğan’dan istediği ve onun da reddettiği hal. Tam da öyle değil, çünkü bu süreç içinde Rusya ve İran’ı oyuna sokmuşuz (veya girmelerine mani olamamışız), Kürtlerimizi küstürmüşüz, ABD ve AB için güvenilmez bir müttefik durumuna gelmişiz ve… Hepsinden önemlisi, Suriye’ye sokacak bir ordumuz kalmamış. Suriye’ye yolladığımız F16’ların dönüp Ankara’yı bombalamayacağından emin değiliz. Yani siz, ben, “o kadar da değil” diyebiliriz ama Ankara’daki zat diyemiyor.
Tekrarlayayım: Türkiye bir vakittir kimse için kullanışlı bir özne değil. Suriye’nin kuzeyinde yapılacak birtakım pis işler varsa –ki var– onlar için bile Türkiye lazım değil. E o halde ne demeye bizi ısrarla davet ediyorlar?
Birincisi, bilmiyorum sahiden ısrarla davet mi ediyorlar.
İkincisi, eğer ısrarla davet ediyorlarsa sahiden, bilmiyorum hangi hesapla. Ama “IŞİD’i temizlememiz lazım ve bunu Türkiye’nin ordusu olmadan yapamayız” diyen bir tek öznenin bile mevcut olmadığına, neredeyse eminim.
Bildiğim, güneydoğu sınırının güneyinde bir şeyler oluyor. Çok şeyler oluyor. Aslında galiba tarih yazılıyor. Gördüğüm o ki, biz siliniyoruz ve üzerimize tarih yazılıyor.