Tavuk, Yumurta
Siyasilere danışmanlık yapmaya çalıştığım dönemlerde sıklıkla müracaat ettiğim bir vaka (case) var, Kürşat Bumin idam tartışmaları hakkında yazarken hatırlatmış (http://www.diken.com.tr/milli-iradenin-idam-cezasiyla-imtihani/): Mitterand 1981’de seçim arifesinde, kazanırsa idam cezasını kaldıracağını ilan etmişti. Meselenin can alıcı noktası şu: Fransızların yüzde altmışı idam cezasının kaldırılmasına karşıydı ve fakat Mitterand kazandı. İlk turda % 25,9 ile (% 28,3 oy alan d’Estaing’in ardından) ikinci oldu ve ikinci turu % 51,8 ile kazandı.
Seçimden iki ay kadar sonra idam cezasının kaldırılması teklifi meclise geldi ve açık farkla kabul edildi. Fransız meclisindekiler milli iradeyi umursamadıklarından değil, Fransızların idam cezası hususundaki tutumları değiştiği için. Vekiller, milletin idam cezasının kaldırılmasına destek veriyor olduğunu, momentumun yer değiştirdiğini fark etmişlerdi, ön aldılar.
Erdoğan ve taifesi, milli irade denen şeyin öyle taşa yazılmış, milletin genlerine yazılmış bir şey olmadığını pekâlâ biliyorlar. Kürt barışı için onca riski göze alıp, alenen suç teşkil eden işleri işlerken, arkalarında barış için birçok şeyi görmezden gelmeye dünden razı bir millet olduğunu biliyorlardı mesela. Ve fakat aynı milletin, “vuralım, kıralım” dendiğinde, ona da destek verebilecek olduğunu da biliyorlardı.
Çelişki mi?
İsterseniz çelişki diyebilirsiniz. Ama aslında hemen her gün, sayısız defa yaşadığınız sıradan bir gerçeklik bu hal. Önünüzde birden çok sahici seçenek olduğu durumda, genellikle seçeneklerin her birinin diğerine üstün olduğu yanlar vardır. Birinin rengi, diğerinin fiyatı, ötekinin konforu, berikinin başka bir şeyi… Herhangi bir seçeneğin bütün açılardan diğer hepsinin önünde olduğu durumlar, hayatta, neredeyse hiç karşılaşılamayacak kadar nadirdir.
Toplumun barışı tercih etmek için de çok sebebi var, savaşı tercih etmek için de…
Ama daha mühimi, barışın nasıl bir barış, savaşın nasıl bir savaş olduğu tayin eder tercihleri. Ve toplumun içinde, bir ucunda “nasıl olursa olsun barış”tan, diğer ucunda “nasıl olursa olsun savaş”a kadar geniş bir yelpazede farklı tercihleri olan sektörler var, yekpare, monoton bir özneden söz etmiyoruz.
Geçen gün bir AKP milletvekili, bana takılarak, “sen kendini yiyedur, biz tarih yazıyoruz” dedi. Elhak haklıydı, ben kendimi yiyeduruyorum, Erdoğan ve taifesi tarih yazıyor. Tarih yazıyor, yani milleti dönüştürüyorlar. Dönüştürüyorlar mı? Şüphe yok, dönüştürüyorlar. Birkaç yıl önce ağırlıklı olarak çözüm sürecine destek veren bir milleti, ağırlıklı olarak savaştan şehvet duyan bir millet haline dönüştürdüler. Geçmişe sünger çekerek yeni bir gelecek için ittifak yapmaya yatkın insanları, geçmişin adalet terazini dengelemekten gayrı hiçbir beklentisi kalmamış intikamcı insanlar haline getirdiler. Bu kadar kısa süre içinde toplumu bu ölçekte değiştirebilmek… Ustalık ister.
AKP çözüm süreci için olmayacak riskleri göze alırken, “milli irade öyle istiyor” diyordu. Haklıydı, kamuoyu yoklamalarıyla görüyorlardı. Şimdi savaşırken “milli irade öyle istiyor” diyorlar ve haklılar. Kamuoyu yoklamalarında öyle görünüyor. Milli irade denen şey, yani, öyle değişmez, taşa kazılı bir şey değil. Eh, Feyerabend gibi “ne olsa gider” diyor değilim. Gitmeyecek, gitmeyeceği tahmin edilebilecek birçok şey var. Ama birçok konu bıçak sırtında ve her iki tarafa da düşülebilir. Mesele onun nasıl sunulduğunda. İdam cezasını kaldırmayı, yaptığı İhtilalin birçok başka millete ilham kaynağı olmasıyla övünen, özellikle de Anglosaksonlardan nefret eden bir halka “ama onları taklit etmemiz gerekiyor” diye sunarsanız söz temsili, avcunuzu yalarsınız. “Biz medeni bir milletiz, bize yakışan budur” diye sunarsanız, bambaşka bir netice alırsınız. (Bizim Aydınlanmacıların yaptığı gibi yapıp, “zaten şu kadar yıldır idam cezası verilmiyor, verilen de uygulanmıyor” filan gibi aritmetik hesaplara girerseniz… Ne diyeyim?)
Olayı basitleştirdim. Bilerek… Ama Marks demişti, toplumlar çözemeyecekleri problemleri gündemlerine getirmezler. Marifet, çözülmesi lazım gelen problemi, kabul edilebilir bir ambalajla ambalajlayıp, bir yandan problemi çözerken bir yandan da toplumun muhtelif vasıflar kazanmasını sağlamakta.
Erdoğan ve taifesi, normal şartlarda Türkiye’de çok da karşılığı olmayan bir intikamcılığı, geçmişin şanlı günlerine dönmenin, bir asrısaadeti ihya etmenin içine yedirip topluma kazıkladı. Başarısız bir Cumhuriyeti daha başarılı kılmak yerine kendi başarısızlığını ahaliye fatura edegelmiş, bu küstahlığının yaptırımlardan uzak kalması için ahlakdışı bir yığın düzenlemenin arkasına sığınmış, Onuncu Yıl Marşı söyleyip durarak aslında başarısızlığı itiraf etmiş bir kesime karşı beslenen intikam duygularını biledi, ihtiyaç duyduğunda başkalarına da yönlendirdi.
Mesele şu: İntikamcılığın, asrısaadet ihya projelerinin, tarihte başarılı oldukları bir tek misal yok. Tarihinin herhangi bir safhasına dönebilen bir toplum olmadığı gibi, buna heveslenen toplumların bir başka yoldan başarı kazandıkları bir tek misal de yok. Dolayısıyla Erdoğan’ın Türkiye’si fena halde yenilecek —zaten yenildi, bütün cephelerde yenildi.
Tekrarlayayım, Marks demişti, toplumlar çözemeyecekleri problemleri gündemlerine getirmezler. Türkiye artık herhangi bir problemini gündemine getirmiyor, çünkü herhangi bir problemini çözebileceğine inancı kalmadı. Yarını olduğunu tahmin eden biri, belki onunla bir alışverişi olabileceği, dolayısıyla kendisine ihtiyaç duyabileceği kaygısıyla, can düşmanına karşı bile hesaplı bir düşmanlık sergiler. Türkiye’yi bir şehvet dalgasıyla sarmış olan ruh hali ise, “ölüyorum, ölmeden düşmanıma da zarar vereyim” şeklinde özetlenebilir.
***
Derdim AKP, Erdoğan hakkında bir tahlil yapmak değildi. Milli irade ve politika arasında tek yönlü bir ilişki olmadığına işaret etmek istiyordum. Yani biri diğerini biçimlendirmez, aralarındaki ilişki döngüseldir. Her ikisi de birbirini etkiler. Bu tür döngüsel ilişkiler Aydınlanma aklına hiç uymaz, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan, illa ki karar vermiş olmanız gerekir Aydınlanma aklına göre. Karar vermemişseniz, bilgiç bilgiç sorarlar size, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan.
Kendileri bilirler mi? Bilirler. Bir biçimde tercih yapmışlardır. Bir kısmı birini, diğerleri öbürünü tercih eder, münazara yapar dururlar. “Bu soru manasız” dediğinizde de anlamazlar. Onlar anlamazlar da anlayacak olanlar için özetle söyleyeyim, dünya artık “tavuk yumurtadan” diyenler ile “yumurta tavuktan” diyenler arasında sıkışmış değil. “Her ikisi de” deme seçeneği, en azından bir süredir, makbul bir seçenek. Bundan sonraki dünya, dünyayı çizgisel olarak algılamakta inat edenlerin döngüsel ilişkileri içlerine sindirebilenler tarafından dövülüp durdukları bir dünya olacak.