TEOG

“Türkiye’de herkes futboldan ve siyasetten anlar” denir, kinayeli bir biçimde. Hangi konudan anlamaz?

Sizi üzmeyeyim, ben söyleyeyim, eğitimden…

Tuhaf ama, hayatınızda hiç futbol oynamamış da olsanız, tuttuğunuz takımın hangi sistemle oynaması gerektiğini, Türk futbolunun kurtulması için neler yapılması gerektiğini bilirsiniz. Oy vermekten oy vermeye katıldığınız siyasette de, her bir partilinin neyi eksik yaptığını, ne yapsaydı nasıl başarı kazanılacağını filan da bilirsiniz.

Mevzu eğitim olduğunda ise… Genellikle konuşulan şeyler “aman filanca öğretmenin değil de falancanın sınıfına verin oğlunuzu” veya “herkes falanca okulu tercih ediyor, ne yapsın etsin orayı kazansın sizin kız” veya “mezun olunca iş bulabilecek misin, sen ona bak” türünden şeyler. Eğitim sisteminin topyekûn iyileştirilmesi nadiren perspektifimize giriyor — o vakit de “ah nerede bizim zamanımızdaki öğretmenler” veya “bu müfredatla olmaz, müfredat tepeden tırnağa yenilenmeli” filan gibi klişelerden başka bir laf pek az üretiliyor.

Futbol oynamadınız futbolu biliyorsunuz, siyaset yapmadınız siyaseti biliyorsunuz… Öğrenci oldunuz, çocuklarınıza bir şeyler öğrettiniz ama eğitimi bilmiyorsunuz. Tuhaf değil mi?

Değil. Çünkü eğitim bir nevi din. Din adamları müritlerine büyük resmi öğretiyor. Öyle bir bilgi ki, o bilgi sayesinde her şey hakkında konuşma salahiyeti elde ediyorsunuz.

Her şey?

Pek değil. Din hakkında konuşamıyorsunuz. “Hop, o kadar da değil” diyor din adamı karşınıza geçip. Eğitim de o hesap. Size her şey hakkında konuşma imkânı veriyor —eğitim hariç.

Beni biliyorsunuz, hemen her şey hakkında yazıp duruyorum. Hakkında en büyük emniyetle konuşabileceğimi düşündüğüm sektör, eğitim. Yıllarca öğrencilik yaptım —bir ara öğrencilikten emekli olunabiliyor mu acaba diye merak etmeme yol açacak kadar uzun süre. Yıllarca öğretmenlik yaptım. Türkiye’nin ilk ciddi eğitim teknolojisi çabalarının kuruluşunda tayin edici rol aldım. O süreçte tarafların her birinde —idari, akademik, üretici/ticari— rol üstlendim. Sistem dinamiği üzerinde çalıştığım dönem boyunca eğitim her vakit bir numaralı konum oldu. Ve saire…

“E, sen bile her şey hakkında konuşurken eğitim mevzuunda cimri davranıyorsan, âleme hiç sitem etme” demeyin. Birincisi, “herkes her şey hakkında konuşur, eğitim hakkında konuşmaz” derken kimseye sitem ettiğim yok. Öte yandan, hayatım boyunca hakkında sistematik olarak en çok yazdığım alan eğitim. Bir vakittir savsakladım, çünkü fevkalade manasız görünüyor.

Neden?

İfade etmeye çalışayım.

Şöyle bir kendi eğitim hayatınızı hatırlamaya çalışın. Kaç tane saygıdeğer, kendilerinden sahiden bir şeyler öğrendiğiniz öğretmeniniz oldu? İlkokulu geçelim, Bornova Anadolu Lisesi, Ankara Fen Lisesi ve ODTÜ’de okudum, kendimi çok zorlarsam beş isim sayabilirim. Türkiye’nin seçkin, en nitelikli öğretmen kadrolarına sahip olduğu düşünülen ve kendilerini öyle gören okullarda, bu kadar.

Şimdi diyelim ki, Lise 1’de iyi bir matematik hocam oldu. Sınıfta 24 kişiydik. On binlerce kişinin arasından seçilmiş 96 kişinin 24’ü. Hepimiz aynı “iyi” hocadan matematik öğrendik. Ders yılı sonunda hepimiz aynı derecede matematik biliyor muyduk? Hayır.

“E, canım herkesin potansiyeli aynı mı?”

Değil.

Ama iyi matematik öğrenenler, mesela iyi fizik veya iyi kimya öğrenemediler. Yan sınıftaki matematik öğretmeni bizimki kadar iyi değildi. Orada da birileri matematiği iyi öğrendiler. Nereden biliyorum? Sınav neticelerine bakarak biliyorum. Bir problemle karşılaştığımda ve o problemi paylaştığımda, kimlerin sağlam bir özgüvenle probleme ilgi gösterdiğini, kimlerin daha problemi dinlemeye bile tenezzül etmeden “bu beni aşar” edasıyla başka denizlere yelken açtığını gözlemlediğim için biliyorum.

Taşcı Kanunu 1: Bir sınıf ne kadar seçilmiş öğrencilerden oluşursa oluşsun, hoca da ne kadar müthiş yetenekli ve heyecanını muhafaza eden biri olursa olsun, sınıfta matematik öğrenebileceklerin sayısının bir üst limiti vardır. O üst limit, galip ihtimal, sınıftaki öğrenci sayısının dörtte birinden düşüktür.

Taşcı Kanunu 2: Birinci kanundaki üst limit ile öğrencilerinin vasıfları, hocanın vasıfları ve müfredat arasında münasebet sıfıra yakındır. Öğrencileri değiştirmekle, hocayı değiştirmekle, müfredatı iyileştirmekle, üst limiti yukarı taşıyamazsınız.

Size tuhaf görünüyor olabilir ama aslında bu mevzuda hiçbir tuhaflık yok. Sosyal grupların dinamikleri icabı, eğer böyle bir üst limit olmasaydı tuhaf olurdu. Sosyal grupların üyelerine dayattıkları muhtelif roller vardır. Daha açık ifadeyle, her sosyal sınıf, kaçınılmaz olarak, kendi üyelerine bir hiyerarşi dayatır. Sınıftaki öğrencilerin biri matematik mevzuunda diğer herkesi sürklase edecek olursa, ona meydan okuyan birkaç kişi kalır, diğer herkes matematikten uzaklaşır.

Ne mutlu ki, matematikten uzaklaşanların, matematikte kendilerini sürklase eden akranlarını dövebilecekleri, intikamlarını alabilecekleri başka alanlar vardır. Birileri kimya, diğeri edebiyat, öteki sosyoloji, filanca resim, beriki müzik, derken, herkesin kendisini tatmin edebileceği bir alan bulunabilir. Sosyal grupların dinamikleri böyle işler ve dolayısıyla okul denen kurumda herkesin her şeyi aynı —veya birbirine yakın— derecede öğrenmesini sağlamak imkânsızdır.

Kendi hesabıma, sosyal grup dinamiklerini öğrenmeden çok önce matematikten soğumuş idim. Lise 1’e başlarken, sınıftaki diğer 23 kişi ile aynı şartlarda başlamamıştık, ben ortalamadan daha iyi durumdaydım. Az önce dediğim gibi, seçilmiş, seçildikten sonra ilaveten seçkin çocukların eğitimi konusunda bir daha eğitilmiş, üzerine ciddi yatırım yapılmış, iyi bir hocamız vardı. Ders yılı bittiğinde, 24 kişinin matematik bilgileri ve matematiğe ilgileri arasındaki farklar azalmamış, artmıştı.

İkinci sınıfta başka bir hoca geldi. Berbat bir hocaydı. Ben matematikten onun sayesinde boşandım. Ama sınıftaki birileri, ondan çok iyi matematik öğrendiler. Onlara sorsak, muhtemelen, iyi bir hoca olduğunu düşünüyorlardır.

Dediğim gibi, bunları yaşadığımda sosyal grup dinamiklerini bilmiyordum. Ama böyle sayısız tecrübe yaşadım. Herkese her şeyi öğretmenin bir yolu, yordamı olabileceği iddiası bana temelsiz görünmeye başladı. Yıllar sonra sosyal grup dinamiklerini öğrendiğimde “ulan bundanmış” dedim.

Taşcı Kanunu 3: Sosyal grup dinamikleri yakınsak değil ıraksaktır. Bir sınıfta bir araya getirdiğiniz çocuklar, torna işlemi bittiğinde, başlangıçtakine kıyasla birbirlerinden daha farklı olurlar. Her alanda…

Dolayısıyla, eğer eğitim teknolojiniz okul ise, kıçınızı yırtsanız, standart bir çıktı üretemezsiniz.

Yukarıda uzun uzun tahlilini yaptığım mevzu, eğitime dair herkesin tecrübe ettiği ama nedense kimsenin bilmediği —bilmek istemediği— mevzulardan sadece biri. Böyle onlarca mevzuu adım adım izlerim ve yolun sonuna geldiğimizde size göstermiş olurum ki, eğitimden beklediğiniz o şey, okuldan en beklememeniz gereken şeydir.

Zaten de hiçbiriniz okuldan, ondan beklediğinizi iddia ettiğiniz, ondan beklenmesi gerektiğini söylediğiniz şeyi beklemiyorsunuz aslında. Çocuğunuzu okula gönderirken, onun emin ellerde olduğu bilgisi yetiyor mesela. Bir de, sizin çocuğunuzun eğitimi için komşunun göze aldığından daha çoğunu göze almış olduğunuz, daha çok fedakârlık yaptığınız söylenebiliyorsa… Kadayıfın üzerine kaymak. Bu yüzden çocuğun okulda ne öğrendiği, onu ne kadar iyi öğrendiği filan tali mevzular. Araya birilerini sokup en iyi öğretmene yollayabildiniz mi? Şu kademe atlama sınavında yüksek bir puan almasını ve herkesin girmek istediği okula girmesini sağlayabildiniz mi? Oh, tamamdır.

***

İmdiii…

Güncel mevzumuz açısından anahtar terim, yukarıda italik yazdığım terim: Herkesin girmek istediği okul.

Siz bütün okulları standartlaştırabilseniz, toplum onların arasında bir fark vehmeder. Kulaktan kulağa fısıldar “biliyor musun, falanca okuldan mezun olanlar…” filan diye. Ama zaten öyle bir hale ihtiyaç yok, bazı okullar ötekilerden daha iyidir. Herkes oralara gitmek ister. Herkes oralara gitmek isteyince bir darboğaz oluşur. Sadece en iyiler gidebilir oraya. Neye göre en iyiler? Artık hangi cetvelle ölçüyorsanız, o cetvele göre en uzun olanlar. O okul da, sadece onlar oraya gittiği için en iyi okul olur, en iyi okul kalır.

O herkesin gitmek istediği okula gitmeden önce en iyilerden biri olmak da tali mevzu ilaveten. Ayşe Ahmet’ten her manada daha iyi olabilir ve fakat bir şey olmuş, Ahmet o okula gidebilmiş, Ayşe gidememiştir diyelim. Sırf herkesin gitmek istediği okula gidebildiği için, Ahmet’in testosteron seviyesi yükselir. Ayşe’nin endorfin seviyesi… Aralarındaki fark, Ahmet’in lehine olağanüstü açılmıştır. Ayşe Ahmet’in kendisinden daha üstün olduğu bilgisine maruz kalmıştır bir defa. Hayatı boyunca bu bilgiyi kambur gibi taşıyacaktır. Taşıdığı kambur yüzünden Ahmet ile arasındaki fark büyüyüp duracaktır.

Herkes futbolu ve siyaseti bilir ama eğitimi bilmez dedik ya. Aslında herkes bilmese de sezer ki, o herkesin gitmek istediği okula gidebilmektir mesele. Ondan ibarettir. Dolayısıyla ebeveynler, çocukların okullarda bir şeyler öğrenip öğrenmemesi ile neredeyse hiç alakadar olmazlar, o herkesin gitmek istediği okullardan birine kapağı atıp akranlarının önüne geçsinler, başkalarına endorfin maliyeti mukabili testosteron seviyeleri yükselsin… Hepsi bu.

***

Ebeveynler için mevzu bundan ibaret. Ama eğitim kompleks bir sistem ve tek paydaşı ebeveynler değil. Bir yanda devlet var ve onun muradı parazit yapmayacak vatandaş yetiştirmek. Devlet açısından mesele nedir, teferruatına girmeyeyim, çok uzar.

Bir de üçüncü bir paydaş var, toplum diyelim. Yani çocuğunuzun yüzlerce saat İngilizce dersi gördüğü halde “yes, this is a pencil”den fazlasını öğrenememiş olması —eğer makbul bir okula kapağı atabildiyse— sizi çok germeyebilir. Devleti zaten hiç germez. Ama doğru dürüst İngilizce, tarih, matematik, sosyoloji, biyoloji —yani bunlardan herhangi birini, sadece birini— bilmeyen bir yığın insandan mamul olmamız, bir biçimde, hepimize bir fatura çıkartır. Dolayısıyla okulda geçen süre daha verimli olsa, hepimiz için daha iyi olacaktır.

Okul bir süre bu işi layıkıyla olmasa da, kabul edilebilir bir performansla yaptı. Şimdi yapamıyor ve…

Taşcı Kanunu 4: Okul, varlıklı ailelerin evlerinden bile daha zengin donanıma —en azından akranlara— sahip bir sosyal kurum iken, öğretmenleri, müfredatı filan vasıtasıyla olmaktan çok, çocukları akranları ile —hepsinin bulunmaktan hoşlanacağı bir ortamda— bir araya getirebildiği için, öğrenmenin ana sağlayıcısı idi. Artık, hemen her hanenin okuldan daha zengin yaşantılar vadettiği günümüzde, okuldan öğrenme beklemek beyhudedir.

***

Hal buyken, TEOG etrafında dönen tartışma vasıtasıyla bir defa daha gündeme gelen mevzularla ilgili olarak, derde deva olabilecek pek bir şey yok. Okul mevtadır. Günümüzde bırakın öğrenmeyi, devletin mütevazı beklentisi olan uslu vatandaşı bile üretemez. Ayakta kalan biricik fonksiyonu, sosyal yarıştaki emsalsiz fonksiyonudur.

Okulun sosyal yarışta bu ölçüde tayin edici bir rol oynaması, bana öyle geliyor ki, son derece yerli ve milli bir hal. Biz sınıfsız bir toplumuz. İmparatorluk boyunca sadrazamların kahir ekseriyeti hayatına köle olarak başlamış adamlardı —yani sosyal mobiliteyi bloke edecek duvarlar sosyal bilinçaltında yok. Sosyal merdivenin basamaklarını tırmanmakta okul, neredeyse tek başına kâfi. Netice itibariyle Ali Ağaoğlu veya Şeyma Subaşı çok zengin filan olduklarında bile, ciddi bir eksiklik hissediyor olduklarını saklayamıyorlar. Aha işte o eksikliği ikmal etmekte okul, tek başına, benzersiz bir yerde duruyor Türkiye’de. Başka herhangi bir toplumda böyle bir hal olduğunu zannetmiyorum.

Yaşadığımız sosyal/siyasi/iktisadi sıkıntıların büyük bölümü, toplumun bu halinden kaynaklanıyor. Çünkü ithal ettiğimiz bütün bilgi, öyle veya böyle sınıflı toplumların tecrübelerinden süzülmüş bilgi. Neredeyse bütün sosyal/siyasi/iktisadi kurumlarımız, sınıflı toplumların kurumlarından kopyalanmış. Toplumun sınıfsızlığından, herkesin her şey olabilir olmasından şikâyet etmek için kâfi sebebimiz var yani. Ama öte yandan, toplumun bu hali pekâlâ avantaj haline de getirilebilirdi. Getiremedik.

Neyse, bu mevzular uzar gider.

***

Yukarıda dedim ki, sosyal gruplar yakınsak değil ıraksaktır. Termodinamiğin 2. Kanununun tersine çalışır, azdan alır, çoğa verir ve böylece farkları büyütür. Öyle olması iyidir. Bizim mesela 500 iyi futbolcuya, 300 iyi şarkıcıya, 200 iyi arkeoloğa filan ihtiyacımız var. Her iyi futbolcu, çok sayıda futbolcu adayının futbolculuk hayallerinin bitmesi pahasına iyi futbolcu olur. Başlangıçta Messi ile Barcelona altyapısındaki akranları arasında matah bir fark yoktur. Birisi diğerlerinin yek parmak önüne geçer, ötekilerinin hayal kırıklığını yakıt olarak değerlendirir. Zamanla, geride ne kadar kalabalık bir “hayal kırıklığına uğramış futbolcu adayları topluluğu” kalmışsa, Messi de o kadar iyi olur.

Hiç insani değilmiş gibi görünüyor. Hele benim eski tüfek sosyalist arkadaşlarım için tiksinti verici bir kavramlaştırma. Ama işte Marks’ın sözünü ettiği “maddi şartların tayin ediciliği” bundan çok farklı bir şey değil. Futbolculuk dediğiniz şeyin birilerinin özüne kodlanmış olduğunu ve sistemin işinin o koda sahip olanları bulmak filan olduğunu varsayan Aydınlanmacı kafalar ise, kendilerini solcu, sosyalist filan zannediyor olsalar da, işte, Platoncu/idealist kafalardan fazlası değiller.

Onları kendi dertleriyle baş başa bırakıp devam edelim. Demek ki biz, aslında olmayan farkları yaratmak ve sonra da büyütmek üzere bir takım işler işliyoruz. Bir yığın kaybeden yaratacağız ki, hepimizin ihtiyacı olan birkaç kazanan üretilebilsin. Türkiye’de okul, işte o kazananları üretebiliyor. Hem de neredeyse sadece kademeler arasındaki geçiş sınavları marifetiyle… Hani okulları kapatsak, öğrencilere üç veya dört yılda bir sınav yapıp, “şunlar şunların önüne geçti” diye ilan etsek, kâfi olacak gibi…

Olmayan farkı yaratıp, sonra da onu büyütüyoruz. Mesela Selçuk İnan yapıyoruz. Bugünlerde Cenk Tosun yapmaktayız mesela. Mesele şu ki, Messi veya Ronaldo yapamıyoruz. Yani bizim Messi adayımız, Messi olma yolunda biraz mesafe kaydedince su kaynatıyor —eski TOFAŞ’lar gibi. Biz onu “Turkish Messi” olarak kabul etmeyi sürdürüyoruz —bütün sistemler bu hiyerarşinin üretilmesi üzerine kurulu olduğundan— ama bizden başkalarının da onu Messi olarak kabul edeceği, evrensel standartlarda birilerini yetiştiremiyoruz.

Çünkü…

Bin tane sebebi var. Biri de mesela, bir yandan çocuğumuz akranlarının birinin daha önüne geçsin diye manasız bedelleri göze alırken, öte yandan eğitim mevzu olunca “ah iyi öğretmen, iyi müfredat” filan klişelerinden başka bir şey bilmiyor olmamız. Bir başkası, herkesin bütün olabilirliklerini hayatı boyunca saklı tutmaya çalışmamız —öyle bir şeyin mümkün olduğunu varsaymamız. Filan.

***

TEOG, aha bu manasız, daha doğrusu manası varsayıldığı yerlerden çok uzaklarda zuhur eden devasa sosyal sistemin esas supaplarından biri. Kaldırılsa ne olur? En iyi okullara kimin gideceğini tayin edecek bir başka mekanizma konacak yerine. Öyle bir mekanizması olmayan bir Türkiye tasavvuru koysun orta yere, Tayyip Erdoğan’ın kıçının kılları bile isyan eder, o saat linç ederler onu.

Boşuna tasalanmayın yani, çocuklarınızı yarıştıracağınız yarış baki. Sadece mekanizması ve adı değişecek.

TEOG, söylendiği gibi, bir bölümüne benim de şahit olduğum çalıştaylarda filan tasarlandı. Baştan beri söyleyegeldiklerim de herhalde delildir ki, o süreçlerde yapılan tartışmalar da bana son derece banal ve beyhude gelmişti. İddiaları da tamamen temelsizdi. Kötü bir sistemdi.

Ama…

Bir yığın kişi bir yığın mesai harcadınız, size, uzmanlığınıza ve harcadığınız mesaiye saygı duymamızı, TEOG’u matah bir şey olarak kabul etmemizi talep ettiniz. Yahu kardeşim, adamın biri çıkıp “TEOG neymiş” dedi, apar topar kaldırıyorsunuz. “Kaldıralım efendim ama onun arkasında şöyle bir mana vardı” bile diyemiyorsunuz.

Aklıma üç ihtimal geliyor:

  1. TEOG’a siz kendiniz de hiç inanmıyordunuz, bize göz göre göre yalan söylediniz. Çocuklarımızı telef edecek bir sistemi, hiç manası olmadığını bile bile geliştirip uyguladınız.
  2. TEOG’a inanmıştınız. Ahmağın biri “kaldırılsın” dediğinde “a yanlışmış” diye birden aydınlanıverdiniz. Demek ki uzmanlık muzmanlık hikâyeymiş, otoriteden başka bildiğiniz hiçbir şey yokmuş.
  3. TEOG’a inanmıştınız. Elbette kusursuz olduğunu varsaymasanız da, yapılabilecek olanın en iyilerinden biri olduğunu düşünüyordunuz. Hâlâ öyle düşünüyorsunuz. Ama ağzınızı açıp densizin lafının üstüne laf söyleyemiyorsunuz. Memleketin çocukları filan umurunuzda değil.

Çocuklara sorup durduğunuz türden çoktan seçmeli bir soru bu. Seçin beğendiğinizi. Benim açımdan ise, hangi seçeneği tercih ederseniz edin, bir adamın kıçının kılı kadar değeriniz yok. Memleket de sizin gibilerin elinde. Başımıza gelen musibetler için başka açıklama lazım mı? Sizin gibi mahlûkatın memleketin çocukları hakkındaki esas kararları veren şeyler olduğu durumda, işlerimiz yolunda gitse şaşırtıcı olmaz mı?

TEOG’u hedefe yerleştiren densiz, “biz TEOG’la mı geldik” de demiş ilaveten. Ulan Mercedes’lerle mi geldin? Televizyonlar, bilgisayarlarla, uçaklarla mı geldin zevzek? Neden hayatından hepsini silip atmıyorsun? Kafatasının içindeki o tuhaf dokudan akıl niyetine dökülen bu şeylere maruz kalmak zorunda mıyız ulan biz? Etrafındaki kıçının kılları her ne desen “vay efendim, elbette her şeyin en iyisini bilirsiniz, biz eğitimciyiz ama yüzlercemiz bir araya gelip aylarca çalışsak da bakın bunu akıl edememiştik” diyecek kadar alçaldı diye, hepimize onlardanmışız gibi muamele etme hakkını nereden alıyorsun?

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin