Termodinamik, Siyaset, Rus Uçağı
Üniversitede ikinci sınıfta, Makine Mühendisliği Bölümünden Termodinamik dersi alıyorduk. Derslere girmek pek âdetim olmasa da, artık her nedense ilk hafta derse gitmiştim. Amfinin en arka sırasına çıkıp Gırgır dergisini açtım. Birkaç dakika sonra, bir espriye, kendimi tutamayarak seslice güldüm. Hoca (Ediz Paykoç) tahtaya bir şeyler yazmaktaydı. Durdu. Döndü. Amfiyi gözleriyle şöyle bir taradı. Başka başlar da “ne oluyor” diye bana dönmüştü. Utandım. Dergiyi toplayıp koltuğumun altına sıkıştırdım. Acelesiz adımlarla yandaki merdivenlerden inip amfiyi terk ettim. Sonra da hiçbir derse girmedim.
Derken ara sınav tarihi geldi. Üniversite hayatımdaki ilk kitap-defter açık sınavdı. Kitabı aldım, birilerinin notlarının fotokopisini çektirdim ve sınava girdim. Sınav süresi de sınırsızdı. Tam altı saat boyunca sorularla boğuştum (sigara içmek serbestti). Hiçbir şey yapamadım. Bir yığın saçmalıkla dolu olan kâğıdı verirken, hoca teksir edilmiş çözümleri tutuşturdu elime. Sınavdan çıkan her öğrenciye soruların çözümlerini veriyordu. Bu ilk defa başıma geliyordu ve Sayın Paykoç’un dersi dışında da bir daha başıma gelmeyeceğini o sırada bilmiyordum.
Altı saat boyunca sorularla boğuşmuş ve muhtelif yollar denemiş olan beynimde, cevapları görünce, şimşekler çaktı. Benzer bir süreci ikinci ara sınavda da yaşadım. Her iki ara sınavda komik notlar aldım ama sınav sonrası onar dakikada öğrendiklerimle, finalde geçer notu aldım. Termodinamiği geçtim.
ODTÜ’de Lisans eğitimim boyunca üzerimde iz bırakan iki hocam oldu. Birisi, on dakikalığına dersine girdiğim Ediz Paykoç idi. Bu hatırayı, özellikle eğitim konusunda defalarca kullandım, kendisini hep şükranla andım. Hocalık yaptığım dönemde de, gücüm yettiğince onun yaptığını yapmaya çalıştım. Çünkü öğrenmiştim ki, öğrencilerin ders saatlerinde öğrenmeye hazır olup olmamaları tesadüflere bağlı ama sınavdan hemen sonra öğrenmeye müthiş açık oluyorlar.
***
Bu hatırayı defalarca anlattım ama bugün bir gazeteci arkadaşımla sohbet ederken, yine de hatıranın hakkını yeterince verememiş olduğumu fark ettim. Mesele sadece eğitim süreçleriyle sınırlı değildi. Aynı hatıra, mesela siyaset hakkında söylemeye çalışıp söylemeyi beceremediğim bir yığın şeyi söylemek için biçilmiş kaftandı.
Türkiye’de siyaset üretilemediğini söyleyip duruyorum. Ne demek istediğim pek anlaşılmıyor.
Şöyle: Türkiye’de partiler programlar hazırlayıp yayınlıyorlar. Parlamentoda milletvekilleri –Kanun teklifi, bütçe ve saire gibi önceden programlanmış vesilelerle– çıkıp, kendi görüşlerini veya partilerinin görüşlerini anlatıyorlar. Yani tam da üniversitelerde haftalık programda yer aldığı saatlerde hocaların kürsüye çıkıp, derse gelmiş öğrencilere müfredatı anlatması gibi. Birileri öyle de öğreniyordur. Ama onlar azınlıklar. Çok azınlıklar.
Diyelim CHP, dış politika ilkelerini, her gerektiğinde –hatta belki hiç gerekmediğinde bile– anlatıp duruyor. Ama bir Rus uçağı düşürülüyor. Aha işte tam o anda herkesin radarları açıkken… CHP kayıp. Veya diğerleri de…
Tamam, Rus uçağının düşürülmesine gösterilecek tepkinin vatansever duyguları rencide etme riski var. Yani “niye düşürüyorsunuz kardeşim, bak gazı kesecekler” filan demek tam ters tepebilir. İyi ama işte tam o anda zekâ pırıltısı sergileyip, bu algıya yol açmayacak şekilde bir şeyler demek gerekmiyor mu? Ben –Ediz Paykoç’tan öğrendiğime yaslanarak– cevaplayayım: Gerekiyor. Dış politika hakkında uzun uzun anlattıklarınız bizi hiç alakadar etmiyor. Daha mühimi, o anlattıklarınız, mesela siz iktidarda olsaydınız ve Rus uçakları sınırı ihlal etseydi nasıl davranacaktı olduğunuzu tahmin etmemize hiç yardımcı olmuyor.
Yani derslikte uzun uzun teorik açıklamalar dinlemek istemiyoruz. Problem ortaya çıktığında, sizi dinlemeye hazır olduğumuzda bize bir laf verin.
Ama olmuyor.
“Muhalefet yapamıyor da AKP yapıyor” da değil. Onlar can havliyle makas değiştiriyorlar filan ama… Hepsi o kadar. Neticede okullu çocuklar, okul gibi bir siyaseti sürdürüp duruyorlar.
Sonra, başarısız hocalar gibi, “e ben anlatmıştım, anlamamışsın, kabahat sende” oluyor. “Millet adam olmaz azizim”e geliveriyoruz yine. Buradan şunu anlıyoruz: Nasıl hocanın öğrencileri öğrenmeleri beklenen şeyi öğrenmemişse, toplum da siyasetten beklenen faydayı edinmemiş. Yani eğitim gerçekleşmemiş, siyaset üretilmemiş.
Bütün partiler anlattılar. Uzun uzun, saatlerce, bıkmadan, usanmadan anlattılar da… Ruslar değil de mesela Amerikalılar ihlal etseydi sınırı? Vuracaklar mıydı? Nah vururlardı!
Pratik teoriye hiç uymuyor ki… Uzun uzun anlattılanları dinlemiş ve öğrenmiş olsaydık bile işe yaramayacaktı yani. Ama oraya varmadan, asıl söylemek istediğim, lafı gerektiğinde söylemeli. Lafın gerektiği zaman da, meclis programına veya günlerin mana ve ehemmiyetine göre, sıra sıra kürsüye çıkıp…
Öyle değil işte.
Öylesi okulda bile işe yaramıyor.