The Day After
Daha önce bir günde iki yazı yazmamıştım, ama bugün özel bir gün.
“Hayatı futbol sayesinde öğrendim” deyip duruyorum ya, futboldan misal vereyim yine.
Diyelim kalenize korner atıldı, top sekti, sağ bekiniz topu kaptı ve fırladı. Hızla rakip sahaya geçti. Bütün sahayı kat etti ve kafasını kaldırıp baktı ki… Arkadaşlarının hiçbiri kendisine yetişememiş. “Ya biri yetişirse” deyip topu rasgele ortaladı, rakip kaleci de kolaylıkla kontrol etti.
“Bizim sağ bek rakip tarafından satın alınmış, güzelim fırsatı gidip rakip takıma teslim etti” filan der misiniz? Neticede eğer kornerden seken top rakip savunmaya gelseydi, o da muhtemelen kalecisine dönecekti. “E işte gördünüz, rakip ne yapacaktıysa bizim sağ bek de aynısını yaptı” filan der misiniz?
Son derece basit bir şeyden, hayatın her an defalarca tekrarlanan bir gerçekliğinden söz ediyorum: Neticeye bakarak, planlar, hedefler, niyetler hakkında akıl yürütemezsiniz. Her biriniz her gün yüzlerce defa yaşıyorsunuz, mesela iki arkadaşınızın arasını düzeltmek hevesiyle araya giriyorsunuz ve işler daha da karışıyor.
***
Siz sağ bekin satılmış olduğu tespitini yapınca, eğer onu takımdan atabiliyorsanız, yerine gelen de aynı şeyi yapıyor, durmadan yalnızlaşıyorsunuz. Eğer takımdan atamıyorsanız, ona top atmamaya çalışıyorsunuz, imkânlarınız daralıyor. Her halükarda siz zayıflıyorsunuz, kaybetme ihtimaliniz artıyor.
Hâlbuki sağ bek satılmış filan değil. Kabahat sizde. Yeterince hızlı davranıp, rakip ceza sahasına atak yapamadınız. Eğer sizde bir marifet olsaydı, hızlı bir santrafor olsaydınız, sağ bekiniz topu taşıyıp kafayı kaldırdığında sizi görecekti ve bir ihtimal sizi topla demarke vaziyette buluşturacaktı. Sizde iş yok.
***
Ama olur mu? Sizin kapı gibi bir diplomanız var, memleketin makbul üniversitelerinden birinden almışsınız.
Başka?
Memlekete vaziyet eden vasıfsızların cehalete yaptıkları övgülere ifrit oluyorum. Ama bir açıdan hak vermemek mümkün değil: Diplomayı alınca artık her şeye vakıf olduğunu varsayan, ama durmadan yenilen, yenilgisinin sebebini kendisinin yetersizliğinde aramayı aklına bile getirmeyen, “sağ bekimi satın aldılar, hakem şöyle yaptı, federasyon böyle yaptı” türünden açıklamalarla tatmin olmak için yaşayan kalabalıkları görünce…
O kalabalıklar, çoktandır, maçın sonucunu bile beklemiyorlar yenilgilerine kendilerinden gayrı bahaneler imal etmek için. Daha maç oynanırken, “şimdi bizim sağ bek sağdan ileri çıkınca topu rakip kaleciye teslim edecek” filan diye akıl (!) yürütüp, koşmaya tenezzül bile etmiyorlar. İlkokul üçüncü sınıftan terk birinin bile yapabileceğinden başka hiçbir şey yapmıyorlar.
Cehalet övgülerine ifrit oluyorum. Ve çoktandır farkındayım ki, cehaletin diplomayla filan bir alakası yok. Türkiye’nin —herhalde bütün dünyanın— okulları, lüzumundan çok fazla basitleştirilmiş bir dünya tasavvurunu öğrencilere sokuşturuyor. Anladığım kadarıyla Türkiye’de —varsa— fark şu: Türkiye’nin diplomalıları, hayatın içinde öğrendikleriyle okulda öğrendiklerini zenginleştirmiyorlar. Çünkü hayatın içinde öğrenmiyorlar. Yoksa herkes, her gün, kendisinin de defalarca topu rakibe kaptırdığını yaşıyor. Her gün defalarca, hayatın iki takım arasında oynanan bir oyun olmadığını, mesela kendi takım arkadaşlarınızla da rekabet halinde olduğunuzu filan yaşıyorsunuz.
Filan.
***
Daha önce defalarca tekrarladım, Goldberg, beynin sağ yarısının her gördüğü şeyi “bu yeni bir şey” diye karşıladığını, buna mukabil sol yarısının “bu benim bildiğim bir şey” diye karşıladığını iddia ediyor.
Dün gece sahnelenen senaryonun daha başından itibaren, memleketimin sol beyinli diplomalıları “biz bunu biliyoruz” havasına girdiler. Hiçbir şey bilmiyorlar ama her şeyi bildikleri basit bir şemaya uydurmayı biliyorlar. Hayatlarında yaşadıkları hiçbir şeye zerre kadar benzemeyen, muhtemelen benzeri bir daha yaşanmayacak bir tecrübeye soru sormak akıllarına gelmedi. Bildikleri cevaplara gerçekliği uydurmakta da hiç müşkülat çekmediler. Hep meraksızlardı, dün gece bile son derece meraksız yaşamayı becerebildiler.
Memleketin diplomasız cahillerinin, ellerine imkân geçirdiklerinde ne kadar pervasız, ne kadar kıyıcı, ne kadar ahmak olabildiklerini yaşayıp duruyoruz. Diplomalı cahillerin bu kadar aykırı bir durumda bile bu kadar ezbere yaşadıklarına şahit olunca, geleceğe dair ümitli olunacak bir kesim kalmıyor geride.
Yoksa…
Dün gece yaşananlar, Türkiye’nin bir bütün olarak olgunlaşmasına muazzam bir katkı yapma potansiyeline sahip.
***
Yine defalarca tekrarladım, Kierkegaard meseleyi son derece veciz bir biçimde özetlemiş: Hayat geriye doğru anlaşılır, ileriye doğru ancak yaşanır. Memleketimin okullarında, geçmiş ve geleceğin birbirine simetrik olduğu öğretiliyor. Ama değil. Dün gece kalkışan subayların hiçbiri, kalkışmak üzere harekete geçtiklerinde, gecenin nasıl sonlanacağını bilmiyorlardı. Şimdi neden böyle sonlandığını anlayabilirler.
Dün gece saat 22:00 civarında sayısız olabilirlik vardı ve hepsi olabilirdi. Başbakan şöyle değil de böyle, ABD böyle değil de şöyle davransaydı, küçük nüanslarla muazzam farklı senaryolar gelişecekti. Bizim diplomalılarımız için böyle bir dünya yok. Herkes bir büyük oyunun edilgen bir figüranı olarak kendisine ezberletilen teksti okuyor, neticede yönetmenin istediği yere doğru seyrediyor oyun. Siz ne yaparsanız yapın, kim ne yaparsa yapsın, oyun aynı final sahnesine ulaşacak.
Bu da akıl niyetine istihdam ediliyor.
Siz oyuncu olmadığınızı, seyirci olduğunuzu kabul ederseniz, oyuncu olmaktan çıkmazsınız. Seyirci rolü oynayan oyuncu olursunuz. Bu sizin tercihiniz. Hayat bir oyun ve bir senaryosu yok. Sizin tercihlerinize göre şekilleniyor. Siz, dün gece yaşanan benzersiz süreçten bile bir şey öğrenemeyecek durumdaysanız, hiç değişmeden, yetmişlerde ezberlediğiniz şemalarla birlikte yaşayıp öleceksiniz. Bu kaderiniz değil, tercihiniz. Erdoğan gitse Merdoğan gelecek, siz değişmeyeceksiniz. Siz değişmediğiniz için de kaderiniz değişmeyecek.
***
Eh, sözünü ettiğim şeyin ne olduğu herhalde bellidir. Neymiş, YAŞ öncesi tasfiye edileceği korkusu yaşayan Cemaatçi subayların arasına Erdoğan casus sokmuş. Onları böyle bir kalkışmaya kışkırtmış. Neticede darbeyi önleyen adam olarak…
Dünyanın en korkak ve en ahmak adamlarından birinin bu tür karmaşık tezgâhlar kurabileceğini varsayıyorsanız, olup biteni böyle okuyorsanız, kendi okumanızı teyit edecek bir yığın gözlem yapabilirsiniz. İşte “gördünüz Erdoğan’ın kaldığı yeri o ayrıldıktan sonra bombaladılar” filan gibilerden… Her gelişmede, eksik veya yanlış malumat sayesinde, yığınla delik bulabilirsiniz.
Ama…
Geçen gün dedim, bilgisayar ekranında gördüğünüz beklenmedik, istemediğiniz görüntüler, eğer cihaz enerji kaynağına bağlı olmasa olmayacaktı. Ama bu ilişkiyi delil olarak gösterip, o görüntülerin elektrik enerjisinin marifeti olduğunu öne sürmek manasız. O görüntülerden kurtulabilmek için enerji bağlantısını kesmekten başka yol kalmaz, o vakit de bilgisayarınızın olmasının manası kalmaz. Siz bilgisayarı kapattığınızda, Erdoğan kazanır. Devasa, çetrefilli komplolar tezgâhlayabilecek akıl, cesaret, cüret ve organizasyon kabiliyetine sahip olduğundan değil —onların hiçbiri yok— siz bilgisayarı kapatıp oyundan çıktığınızdan…
***
Neticede, memleketimin okumuşları, yenilgilerini açıklayabilecek müthiş bir formüle sahipler. Her şeye kadir muazzam bir özne —artık her kimse— oyunun senaryosunu yazmış, oyun adım adım gerçekleşiyor. Kötücül senarist, son derece iyi, akıllı, bilgili okumuşlarımızın asla kabul etmeyecekleri şeyleri yapıyor. Bizim çalışkan ve dünyanın şifresini çözmüş okumuşlarımızın gücü yetmiyor. Yeniliyorlarsa karşı taraf çok güçlü, ama öyle böyle değil çok çok güçlü olması yüzünden. Yoksa ilimleri sayesinde, güçle de baş edebilirlerdi, siz bilmezsiniz.
Eh, böyle bir açıklama konforlu. Yenilgi sizden, sizin yetersizliklerinizden kaynaklanmıyor. Rahatça yatıp uyuyabilirsiniz.
Sonra?