Tiksinti
Sonradan Başbakan olacak biri, bir seçim kampanyası sırasında, “senin ne güzel işin var” diye sitem etmişti bana.
Az öncesinde, etrafında bulunanlar birbirleri ile çelişen tavsiyelerde bulunmuşlar, o da bana dönüp, şikâyetini saklamayan bir ses tonuyla, o insanları incitmeyi göze alarak, “ne yapacağız şimdi” gibilerden sormuştu. Ben de, tavsiye edilen güzergâhların her birinin muhtemel berbat neticelerini sıralamış, sonra da tercihi kimseye —mesela bana da— bırakamayacağını, bunların arasından tercih yapmanın “kendi işi” olduğunu söylemiştim. Buna içerlemişti.
***
Güçlü insanlarla çalıştım.
Ama güçlü insanlarla çalışmaya, otuzlu yaşlarımı bitirmeye az kala başladım. Çok isteyerek de değil.
Dahası, güçlü insanlarla çalışmadan önce de, teorik olarak biliyordum meselenin özünü. Neticede sayısız karar problemi ile karşı karşıyayız. Her bir karar probleminin —eğer sayısız değilse— çok sayıda çözümü var. Üstelik, sadece iki çözüm olsa, mesela saldırmak ile kaçmak dışında seçenek olmasa… O durumda bile, mesela kaçmayı seçmiş olmakla iş bitmiyor. Nasıl kaçılacak? Nereden kaçılacak? Kaçarken yanına neler alınacak, neler alınmayacak? Ve saire… Yani “ne yapılacağı” kadar, hatta ondan daha çok, “nasıl yapılacağı”, tayin edici olan. İşte bu karar noktalarında, kararları alma mesuliyetini yüklenir birileri. Ona o güç devredilmişse, güçlü bir insandır o.
Teorik olarak bildiğim, “güçlü insan” dediğimiz nebatın, “başkalarının kendi güçlerini gönüllü olarak devrettiği insan” demek olduğu idi. Gücünü, yani karar verme yetkisini… Güçlü insan karar verecek, kararlarının neticeleri olacak, kararları sebebiyle kendisini alkışlayanlar olacak… Bir de… Yolunda gitmeyen işlerden o aynı insan sorumlu tutulacak. Verilen kararlardan canı yananlar “mesulü şu şahıstır” diye onu hesap sandalyesine oturtacaklar…
“Multiverse” diye bir kavram var. Doğru anlıyorsam, her karar anında âlemin dallandığını, her bir karar seçeneğinin tercih edildiği bir başka âlemin o anda var olduğunu, sonra onların her birinin de yine dallandığını iddia ediyor. Belki de öyledir. Neticede hepimiz, o âlemlerin sadece bir tanesindeyiz. Diğer tercihlerin nasıl âlemlere sebep olduğunu bilemiyoruz. Dolayısıyla verilen her karara kulp takabilme lüksüne sahibiz. Böyle bir lüksümüz varsa, kullanırız da…
***
İnsanlık, karar vermenin mekanizmasını, karar verme denen şeyin bir yük olması gerçeğini ortadan kaldıramadı. Ama onu giderek daha dağıtılmış ağların bir işi olarak örgütlemeyi becerdi. Hiyerarşik-bürokratik örgütlenme dediğimiz şey, özü itibariyle karar yükünün dağıtılmasından ibaret. Kararların çok can yakıcı olabilmesini, zaman zaman karar vericinin gaddarlaşmasını, dolayısıyla karar vericinin ciddi bir yükü yüklenmesini değiştirmiyor bu. Sadece yükü paylaştırıyor. Daha insani, daha kaldırılabilir ölçeklere indiriyor. Mukabilinde de karar vermeyi güçleştiriyor ve farklı öznelerin kararlarının ahenkli bir bütünlük haline getirilmesi gibi ekstra bir problem çıkarıyor ortaya.
Sözünü ettiğim eğilim, evrensel bir eğilim. Arada ufak, geri adım atıldığı dönemler olsa da, binlerce yıl boyunca kararlı bir biçimde gücü seyreltme, konsantrasyonunu düşürme istikametinde yol alıyoruz. Ve ben, biliyorsunuz, gücün konsantre edilmesinden nefret ediyorum. Muhtemelen en nefret ettiğim şey, gücün konsantre edilmesi…
Belki ikincisi de… Gücü kullanmaya hevesli olan insanların, verdikleri kararların neticelerine katlanamaması… O kararlardan canı yananların “ama senin yüzünden” diye sızlanmaları da o neticelerden birisi… En tabii olanı. İnsanlar güçlerini başkalarına, sadece o hakkı ellerinde tutmak için devrediyorlar zaten. Herkes ta içinden biliyor ki, “doğru karar” diye bir şey yok. Bir karar verilecek ve eğer biz gücümüzü birilerine devretmezsek hiç karar çıkmayacak. Hiç karar verilememesi de, en katlanılmaz şey. Tamam, gücümüzü devredelim ve bir karar verilsin. Neden devredelim? Ortaya çıkacak biçimsiz neticelerden biz mesul olmayalım. Karar veren kirlensin ve biz masum, temiz kalalım.
Böyle olduğunu teorik olarak biliyordum ve pratikte de yaşadım, gördüm.
Birileri bana, işi böyle, olanca biçimsizliğiyle ortaya koyduğumda, “ama seninki de ikiyüzlülük değil mi, hem danışmanlık yapıyorsun ve hem de bütün mesuliyeti karar vericiye yıkıyorsun, senin mesuliyetin nerede” diye sitem etti. Benim mesuliyetim, yaptığım işi olabildiği ölçüde doğru bir biçimde yapmakta. Ve… Kendimi karar vericinin yerine koymamakta… Riski alan o, kazancı da, kaybı da onun olacak. Kazandıklarına “bu karar benim sayemde verildi” diye ortak olmaya kalkarsam bir adilik yapmış olurum. Veya kendi istediğim kararı verdirmek için türlü tezgâhlar kurar, karar verici olmanın risklerini taşımadan karar verici olmaya kalkarsam…
***
Güç konsantre olduğunda, o gücü kullanan insanın gerçeklikle bağı kısa sürede kopar. Çünkü kendisi karar verici olmanın risklerini üstlenemeyecek bir yığın vasıfsız mahlûk, o gücün etrafında yuvalanır. Karar vericinin kendileri olsalardı verecekti oldukları kararları vermesi için türlü entrikalar düzenlerler. Eksik ve hatta yanlış bilgi üretir ve karar vericinin merceklerini bozarlar. Çok geçmeden karar verici “şuna güvenilmez, buna güvenilmez” safhasından çıkar, “kimseye güvenilmez” safhasına girer. Artık odasına giren kişinin kendisine söylediklerini, “benim ne yapmamı istiyor da bana bunları söylüyor” diye dinlemeye başlar. Her laf, her bilgi, “kimin ne işine yarayacak” süzgecinden geçmeye başlar.
Yani?
Yani, “kendisi iyi ama çevresi kötü” klişesi büsbütün manasız bir klişe değil. Her güçlü kişinin çevresi kötüdür. Kendisi risk almayan, alamayacak olan, vasıfsız bir yığın insan, sadece gücün cazibesiyle, kendince bir iş yapmak için, güce yönelir. Orada işini doğru dürüst yapmaya çalışan birileri varsa, önce onlardan kurtulmaları gerektiğini de bilirler. O “işini doğru dürüst yapma” telaşında olanların esas işleri “işlerini yapmak”tır. Dolayısıyla kendileri ile uğraşanlarla uğraşmak için onlar kadar vakit ve enerji harcayamazlar. Ve dolayısıyla da… Kısa süre içinde vasıfsızlardan oluşan bir çete, gücü kuşatır. Kötüdürler sahiden. Tiksinti vericidirler. İnanmıyorsanız, herhangi bir Meclis oturumunda AKP’li vekilleri izleyebilirsiniz.
Tiksinti vericidirler ama yine de onlardan daha tiksinti verici olduğunu düşündüğüm bir hal var —yukarıda işaret ettim. Sana gücü devretmişiz. Bir takım kararlar vermişsin. Birilerinin canı yanmış, başkalarının midesi bulanmış, filan. “Öyle yapmayacaktın” diyecek, kendimizi temize çekeceğiz. Beyzade bizden önce açıyor bayramlık ağzını, “vatan hainleri, teröristler” filandan aşağısıyla da kapamıyor.
Dolar düşmüş mü, beyzade sayesinde. Yükselmiş mi, hainler, teröristler yüzünden. Barış beyzade sayesinde, savaşı hainler, teröristler istiyor. Filan.
İğrençlik.
Mesuliyeti omuzlayamayacaksan ne işin var orada…
***
Goethe’nin Faust’u, dünyanın hallerini beğenmez ve onu düzeltme iddiasıyla Mephistopheles ile bir anlaşma yapar. Neticede Mephistopheles kıyıdaki kulübelerini terk etmeye yanaşmayan yaşlı çifti öldürünce de… Birden parlar, kendisini suçlu ve kirlenmiş hissettiği için. Suçu Mephistopheles’e atmaya kalkar. O da mukabil olarak “hem kanatlanıp uçmak istiyorsun, hem de cesaretin yok” der.
Hem asrın lideri rolünü oynamaya heveslenecek, daha çok güç, daha çok yetki isteyip duracaksın. Bir yandan da medyada ve sosyal medyada ucuz itleri besleyip düşmanlarına saracaksın. “Ama bu da olmaz ki” denebilirse diye medyanın hayalarını buracaksın. Gülünç bir adamsın.
Trajik olan şu ki, elinde çok kudret var.