Travmayı Yönetmek
Birkaç gündür Kraliçe Elizabeth’in hayatını konu alan The Crown adlı diziyi izliyorum. Bir yığın düşünce üşüştü zihnime.
Biri, bana şimdi en mühim görüneni şu: İngiliz monarşisi, bildiğiniz gibi, iktidarı kraliyet ve parlamento/hükümet arasında bölmüş durumda. Fi tarihinde biri, bu hale bir kılıf uydurmuş ve fiili iktidarı hükümetin, kutsal olanı ise kraliyetin kullandığını söylemiş. Anlaşıldığı kadarıyla da, bu tasnife —gerçekliğe uyup uymadığına pek de kafa yormadan— saygı göstermeyi sürdürmüşler.
Aslında görünen o ki, işlerin yürüyüş tarzı açısından pek de uygun bir tasnif değil bu. Çünkü neticede, her iki odak da aynı problemler havuzuna benzer enstrümanlarla müdahale etmek durumunda. Yani mesela kraliçe, ortaya bir problem çıktığında, “bizim dinimize göre” filan diye başlamıyor çözüm aramaya. Veya Hükümet “din de neymiş kardeşim” demiyor.
Peki ne oluyor?
Ortaya bir problem çıktığında ve Hükümet problemin üstesinden gelemediğinde, Kraliçe çıkıyor sahneye. Kraliyet ailesi bir problem kaynağı olduğunda ise Hükümet. Yani İngilizlerin hep sığınacak bir alternatifleri var. Fiilen toplumun yaklaşımı böyle. Saray problem çıkardığında “hükümet nerede” yaygaraları, hükümet kifayetsiz kaldığında da “saray nerede” yaygaraları başlıyor.
Geriye dönüp bakacak olursak, yetmiş yıl önce Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasını takip eden kırk yıl içinde, devasa bir imparatorluğun hızla çözüldüğünü görüyoruz. Net bir başarısızlık. Muhtemelen tarihin gördüğü en hızlı ve büyük ölçekli başarısızlıklardan biri. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden bile daha hızlı ve beklenmedik bir çöküş.
Öte yandan, son yetmiş yıl içinde dünyanın yaşadığı dönüşüm hesaba katılırsa, Britanya’nın nüfusu, iktisadi gücü ve saire de göz önünde bulundurulursa, Birleşik Krallıktan bugüne kalan, muhafaza edilebilen de ciddi bir başarı.
Ama asıl büyük başarı, bana öyle geliyor ki, olağanüstü hızlı çöküşün yol açması gereken travmanın gayet büyük bir başarıyla yönetilmiş olması. Şöyle düşünün, Hindistan’ın Britanya sömürgesi olduğu dönemi hatırlayan bir yığın kişi hâlâ yaşıyor Britanya’da… Hindistan artık sömürge değil. Hindistan’dan akan maddi kaynaklar kesilmiş. Daha bir yığın şey kaybedilmiş. Ama iyi kötü, bir istikbal arayışını sürdüren bir toplum inşa edilebilmiş.
Bana kalırsa olağanüstü bir siyasi performans. Toplumu bunca kayba razı edebilmek, bunca kayba rağmen —bu defa başka— bir istikbal hayalini inşa edebilmek… Siyasete işte böyle şeyler için ihtiyaç var. Toplumu yönetmek için değil, travmayı yönetmek gibi işler için…
Cumhuriyet, benzer bir büyük kaybın ardından, benzer bir işi başarabilmişti. Ama sürdüremedi. Çözdüğünden daha büyük problemlere yol açtı. Üstesinden geldiğinden daha büyük ve derin travmalara sebep oldu —bugün faturasını ağır bir biçimde ödüyor olduğumuz ve daha ağırını ödeyecekmiş gibi göründüğümüz travmalara… Eğer kudret bu ölçüde merkezileştirilmese, eğer hiç değilse ikili bir iktidar inşa edilebilse, acaba biz de bu işi başarabilir miydik?
“Saltanat ve/veya Hilafet muhafaza edilebilseydi” demiyorum. Öyle olsaydı ve iki odak arasında karşılıklı bir anlayış sürdürülebilseydi muhtemelen iyi olurdu ama ikisi birbirine asla güvenemeyecek olan böyle iki odağın arasında karşılıklı bir anlayış herhalde tesis edilemezdi gibi görünüyor. Ne olabilirdi, bilmiyorum ve çok da kafa yoracak değilim.
Ama…
Aşırı güçlendirilmiş merkezi ve yekpare bir iktidarın son derece yetersiz bir siyasi teknoloji olduğu hususunda ısrarlıyım.