Ulusalcılığın Yükselişi?
Soner Yalçın, neoliberalizmin ve ılımlı İslam’ın ölümünü ve ulusalcılığın şaha kalkışını bilmem kaçıncı defa ilan etmiş (http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/soner-yalcin/cia-golgesinde-turk-islamcilar-1869738/). Vatana, millete ve elbette insanlığa hayırlı olsun.
Yalçın, bana kalırsa, Kondratieff dalgalarını filan yanlış okuyor. Ve zaten, gözünün önünde olup biten, içinde yaşadığı bambaşka dünyayı, kırklardan kalma kavramlarla okumaya çalışması da acıklı. Kondratieff dalgaları gibi kavramlaştırmalar, özünde, her dalganın kendi vokabüleri ve kendi kavram haritası ile birlikte geldiğini ima ediyor bana kalırsa.
Neyse… Neoliberalizmin bir defa daha ölümü, ulusalcılığın şaha kalkışı tekrar hayırlı olsun.
Da…
Bana pek öyle gelmiyor. Trump’ın, Le Pen’in, Çipras’ın aynı dalgaya binmiş aktörler olduğu görüşüne bir itirazım yok —olmadığı birkaç aydır yazdıklarımdan bellidir herhalde. Dünyanın 2008’de girdiği halden çıkamadığı, çıkmak için eski sandıkları açıp antikaları müzayedeye çıkardığı malum. Keynesyen tedbirlerden ulusalcı/korumacı politikalara kadar antika ne varsa pazara çıktı.
Bakiye?
Kriz aşılamadı. Ve bugün, herhangi bir ekstra darbeye karşı kullanılabilir bir tampon yok. Birkaç yıldır yok. Birkaç yıldır dünya ekonomisi, ip üstünde duran bir cambazı andırıyor. Krizi makul kavramlarla tartışan iktisatçılar, daha 2015’te, krizin aşılamadığını ama bütün mevcut anti-kriz araçların sonuna kadar tüketilmesiyle bir tür krizde istikrar halinin tesis edilebildiğini, ilk darbede bu halin de tarumar olacağını tespit etmişlerdi.
Bu kriz, bilinen, geçmişte işe yaramış reçetelerin hiçbiriyle aşılabilir bir kriz değil. Bana öyle geliyor. Daha 2006’da, ortada kriz filan yokken, bir krizin elinin kulağında olduğunu iddia ederken, bu krizin bilinen tedbirlerle aşılamayacak bir kriz olduğunu da iddia etmiştim. (Belki de bu yüzden, ısrarla kendimi teyit eden verilere bakıp durduğumdan bana öyle geliyordur, bilemem.)
***
Nikolai Kondratiev’in tespit ettiği sürekli dalgalanma hali, dünya ekonomisinin tabii çevrimi. Mesele şu ki, dalgalanan bir şeylerin mevcudiyeti, her şeyin dalgalanıyor olduğunun delili değil. Yani mesela bir dalganın dibini gördüğümüzde, bir önceki dalga dibindeki kadar yoksullaşmış olmuyoruz. Veya nüfus o seviyeye düşmüyor. Veya “önceki dalga dibinde nüfusun şu kadarı köylüydü, şimdi de öyle olacak” filan demiyoruz. Çünkü öyle olmuyor. Dalgalanmayan şeyler var.
Her gün akşam oluyor, sabah oluyor filan ama her sabah bir önceki sabahtaki kadar genç olmuyoruz, değil mi?
Soner Yalçın için kötü haber, Trump’ın gördüğü reaksiyon, Le Pen’in yaptığı zirve filan, içinde yaşadığımız krize cevap olarak ulusalcılığın pek de makbul görülmediğini gösteriyor bana kalırsa —tam da onun düşündüğünün aksine. Artık hiçbir vakit kırklardaki kadar, kırklardaki gibi ulusalcı olmayacağız yani.
***
Daha önce söz etmiştim, Le Corbusier, Paris sokaklarında otomobillerle karşılaşmaya başladığında, otomobilin şehri öldüreceği kehanetinde bulunur. Otomobil şehirlere çok kötü şeyler yaptı, evet. Ama Le Corbusier’in düşündüğü manada değil. O, otomobilin kaza yapma ihtimali yüzünden sokakların boşalacağını, şehirlerin sosyalleştirici fonksiyonlarının darbe alacağını düşünüyordu. Öyle olmadı. Bugün orta ölçekte bir şehirde, yüzbinlerce araç ve insan, bir gün boyunca yüzlerce milyar defa kontağa giriyorlar ve fakat birkaç yüz korkutucu kaza bile meydana gelmiyor.
Çünkü…
Otomobille yaşamayı öğrendik.
Bu, geri dönüşsüz, dalgalanmayan bir süreç.
Zannettiğinizden daha karmaşık bir şeyden söz ediyorum. Birkaç gündür, çıta, çıtanın yükselmesi filan üzerinden ferdi faktörler hakkında çok şey yazdım. Ama direksiyona geçtiğinizde sizin ne kadar iyi bir sürücü olduğunuz tali bir faktör. Sizi, 2000’li yılların müthiş kabiliyetli bir sürücüsü olarak, Le Corbusier’in Paris’inin sokaklarına bıraksak, galip ihtimal, her gün birçok kazaya sebep olur, en azından kazaya karışırsınız.
Mesele sadece sizin ne kadar iyi sürücü olduğunuz değil. Mesele hatta, sadece diğer bütün sürücülerin ve yayaların ne kadar iyi sürücüler ve yayalar olduğu bile değil. Mesele, daha çok, şehrin sokaklarındaki otomobillerin sürücülerinin ve yayaların hangi şartta nasıl reaksiyon göstereceği hakkındaki varsayımlarınızın —sahip olduğunuz ve fakat sahip olduğunuzun farkında bile olmadığınız, nasıl edindiğiniz hakkında zerre kadar fikriniz olmayan varsayımların— neredeyse durmadan doğrulanıyor olması.
Bu sayede yaşayabiliyoruz otomobille… Giderek daha çok otomobille, giderek daha büyük şehirlerde, giderek daha çok kontağı, hasarsız, kaza risksiz atlatabiliyoruz. Kondratieff dalgası gerilemeye başladığında, otomobiller seyrelmiyor, şehirler küçülmeye başlamıyor.
Otomobiller hep artacak diyor değilim. Daha mantıklı ulaşım ve prestij enstrümanları üretilebilir —umarım kısa vadede üretilir. Dolayısıyla otomobiller ortadan kalkabilir. Böyle bir gelişme, bir Kondratieff dalgasına da denk gelebilir. Hatta emniyetle diyebiliriz ki, mutlaka denk gelir, çünkü mevcut ekonominin içinde otomotiv sektörü hâlâ motor sektörlerden biri… Dolayısıyla otomobil tüketiminin ve dolayısıyla üretiminin ortadan kalktığı bir teknolojik safha, yeni bir Kondratieff dalgasına denk gelecektir, büyük ihtimalle.
Ama mesele otomobil değil. Mesele, otomobille yaşamayı öğrenmemizi sağlayan, bunu hiçbir yerde hiç kimse, hiçbirimize öğretmediği halde, hiçbir müfredatta yer almadığı halde öğrenmemizi sağlayan mekanizmalar… En basit haliyle söyleyeyim, trafiğe çıkabiliyoruz, çünkü trafikte bizim dışımızdaki aktörlerin hepsinin de öngörülebilir, varsayımlarımıza uygun reaksiyonlar vereceğine güveniyoruz. Hiç tanımadığımız milyonlarca insanın…
Güveniyoruz ve haklı çıkıyoruz. Her gün on milyonlarca insan, başka on milyonlarca insana, binlerce defa güveniyor ve sadece birkaç yüzü, birkaç defa haksız çıkıyor. O kazalar yüreğinizi kıyıyor ve sizi ümitsizliğe sevk ediyordur ama Le Corbusier böyle bir istatistiği hayal bile edemezdi.
Trafikte olan şey, iktisatta haydi haydi oluyor. Hiç tanımadığımız insanlara güveniyoruz. Güvendiğimiz insanların sayısı olağanüstü bir hızla artıyor ve giderek daha uzakta, daha erişemeyeceğimiz insanlara güveniyoruz. Üstelik bu güven duygusu o kadar tabii geliyor ki bize, o tanımadığımız insanlara güvenelim mi diye düşünmüyoruz bile… Her birini teker teker sınamıyor, test etmiyoruz.
Default değer güvenmek.
Size hep böyleymiş gibi geliyor olabilir. Değildi. Güven kazanılması gereken bir şeydi. Şimdi güvenilmezlik sonradan başa gelen bir şey.
Dünyanın dört bir yanında, milyarlarca şehirli, kendilerini hiç görmediği, hiç görmeyeceği, başka bir dine veya milliyete mensup olduğunu bildiği milyarlarca şehirliye güvenerek aksiyonda bulunuyor. Tercihlerini, “güvenilir mi” diye sorgulamaya bile ihtiyaç duymadan gerçekleştiriyor. Günlük hayatınızda yaptığınız son derece sıradan işlemleri bir gözden geçirirseniz, herhangi birini otomatik olarak gerçekleştirirken, mesela bir büfeden bir paket sigara alırken, ne kadar alakasız insanlara, onların işlerini doğru dürüst yapıyor olduğuna güven duymuş olduğunuzu, eğer bu default güven duygusu olmasaydı gündelik hayatın mevcut karmaşıklık seviyesinde felç olacaktı, herhangi bir karar veremeyecekti olduğunuzu görebilirsiniz.
Dünyanın kasabalıları da yüz yıl önceki kasabalılar ile kıyaslandığında, başkalarına, tanımadıkları insanlara daha çok güveniyorlar. Ama şehirliler ile kıyaslandığında, son derece güvensizler. İşlerini tanıdık, bildik çevrelerde halletme eğilimindeler, sokağa çok daha tedirgin çıkıyorlar. Tanımadıkları insanları tehdit olarak görmeye eğilimliler.
Şehirlerin kasabalardan daha zengin olmasının elbette sayısız sebebi var. Ama en birincisi, bence, şehirlerde güven duygusunun çok daha yaygın ve köklü olması…
Dünya, içinde yaşadığı krize, başkalarına daha az güven duyarak, her unsurun kendi içine kapanmasıyla cevap vermeyecek. Aksine, güven duygusunu daha da yaygınlaştırıp derinleştirerek cevap verecek. Kondratieff dalgaları, her dibe vurmaya, daha önce olmamış olanı oldurarak cevap verildiğinin delilidir, daha önceye dönüldüğünün değil.
Soner Yalçın için üzgünüm.
Türkiye için de üzgünüm.
Çünkü dünyanın daha da şehirlileşerek cevap vereceği bu krize, uzun süredir hiç olmadığı kadar kasabalılaşmakla reaksiyon gösteriyor.
***
Tozpembe bir tablo çiziyor olmak da istemem. Tuhaf şeyler de oluyor.
Genç bir profesör arkadaşım, geçenlerde, müthiş bir tespitini paylaştı benimle. “Bundan iki nesil önce, insanlık tarihinde hep olduğu gibi, genç kızlar kendi akranlarının arasındaki en parlak adayların peşinden koşuyordu” dedi. Bir önceki nesilde bir şeyler değişmiş ve genç kızlar kendi akranlarının arasında peşinden koşmaya değecek kimse bulamamaya başlamışlar. Bilemeyiz artık genç kızların talepleri mi değişti, delikanlıların vasıfları mı, yoksa her ikisi birden mi… O neslin delikanlıları, akranlarının daha yaşlı erkeklerin peşinden koşmasına itiraz etmişler. “Şimdikilerde,” dedi profesör arkadaşım, “genç kızlar yine kendilerinden yaşça büyük erkeklere yöneliyorlar ama genç erkekler bunu dert bile etmiyorlar.”
Şehir, muhtelif biçimlerde, insanları yalnızlaştıran dinamiklere sahipti. Ama Japonya’da zirve yapan mevcut yalnızlaştırma mekanizmaları, zannediyorum, tahmin bile edilemezdi. İnsanlığın en temel güdüsü olduğu varsayılan eş bulma güdüsünün bile gündemden kalkıyor gibi görünmesi, bence, anlaşılmaya muhtaç bir paradoks olarak önümüzde duruyor. Dikkat isterim, mesele eş bulamama değil, eş bulamamayı umursamama hali…
Her halükarda bambaşka bir sosyoloji, bambaşka bir iktisat ile kol kola yaygınlaşıyor. İyi yanlarıyla, kötü yanlarıyla… Yani bize iyi veya kötü görünen, bizim değer yargılarımıza göre iyi veya kötü olan yanlarıyla… Her şeyin bu kadar altüst oluyor olduğu bir dönemde, neoliberalizmin ölümünden ulusalcılığa nur yağacağı ümidini çıkarmak da… Ne diyeyim?