Utanıyorum
1994 yılında, o günlerdeki tabirle bilgisayarcı olarak siyasi analiz işlerine bulaşıp, kısa süre sonra siyasi analiz yapmaya başladıktan sonra, “kaç kişi filanca partiye oy verir” sorusunu fazla anlamlı bulmayıp, “bu parti tercihini yapan zihin nasıl bir zihindir” diye sormaya başladım, kendi kendime. Kısa süre sonra bu yaklaşım bende, bir tür profesyonel körlük olarak yerleşti. Öğrencilerimin verdikleri cevapları okurken de “bu olaya böyle yaklaşan zihin nasıl bir zihindir” diye bakmaya başladım mesela.
Bilgisayarcı olmadan önce sistemci idim. Sistem kelimesi bu kadar orta malı olmamıştı daha. Ama yine de, ta o zamanlarda bile, bir kutu çiziliyor, ona yönelmiş bir okun üzerine girdi, kutudan çıkan okun üzerine çıktı yazılıyor, kutu da sistem olarak adlandırılıyordu. Belki de 1994’te içselleştirmeye başladığım yaklaşımın derinlerinde sistemlerle ilgilenmek yatıyordu. Memleketin hali hakkındaki malumat bir girdi ise, her bir insanın parti tercihi çıktısının farklı olmasına yol açan şey sistem, yani zihindi.
***
Şimdi, Rus uçağı düşünce de aklına başkanlık gelen, Güneydoğuda akla sığmaz acılar yaşanırken de aklına başkanlık gelen, “kış geldi” denince de aklına başkanlık gelen bir yığın insanla bir arada yaşıyor olduğumuz görünüyor. Sistemleri, girdi ne olursa olsun onu başkanlık çıktısına dönüştürecek şekilde programlanmış bu zavallıları anlamak o kadar zor değil. Herhangi bir zihni, girdi ne olursa olsun aynı çıktıyı üretecek şekilde kurmak, bilen bilir, dünyanın en kolay şeyi. Fareninki kadar bile akla ihtiyaç yok “şu üretilecek” emrine uygun davranacak bir zihne sahip olmak için.
Onları geçelim.
“Kardeşim, memlekette birileri devlet tarafından nahak yere öldürülmüş olan yakınını defnetme imkânından bile mahrumken, neyin Anayasa değişikliğini konuşacağız, gelir kaçak çayımızı içer, gidersiniz” mealinde bir laf işittiğinde…
Lafın içinde memlekette birilerinin kaybettiği yakınını defnetmeye bile imkân bulamadığı iddiası var. Var mı? Var. Bu gerçekliği ortadan kaldırması gerekirken, onu inkâr etmek için yalan söylemek olsun bir teşebbüste bulunmayan bir zat-ı muhterem memleketin Başbakanlık koltuğunda oturuyor. Anlaşılan o ki, onun Başbakan olduğu memlekette, bazı vatandaşların yakınlarını defnetme imkânına bile sahip olmamasında utanılacak bir şey yok.
Ama…
Kendisine “gelir, kaçak çayımızı içer gidersin” denmesinde, katlanılmaz bir üslupsuzluk var.
Severim ben senin –ve senin arkanda hizalanmış o papağan sürüsünün– değer yargılarını. Ahlakını. Neyi neye tercih ettiğini. Neyi önemsediğini. Yani zihnini.
Seni yetiştirenlere kurban olayım ben. “Aman ha, üslupsuzluğa asla katlanma, varsın memleketin üçte biri yangın yerine dönsün” demişler besbelli.
İyi de…
Bu memlekette üslupsuzluk deyince ilk akla gelen de sizsiniz ya. Bu memleketin 12 Eylüllerinde, 28 Şubatlarında, her şeye kadir generaller bile sizin kadar üslupsuzluk sergilemediler. Üslupsuzluklarınızın hangi birini misal olarak versem, gerçekliğin yanında sönük kalacak. Onu ne edeceğiz?
Neticeten… Yıllar yılı “nasıl bir zihin bu girdilerden bu çıktıları üretir” diye kafa yormuş biri olarak, memleketin üzerine akbaba sürüsü gibi çökmüş bu çetenin zihinlerini anlamaya takat yetiştiremiyorum.
Neden? Benim zihnim neden mevcut girdilerden manalı bir çıktı üretmeye muvaffak olamıyor?
Çünkü kendileri ölçüsüz bir biçimde utanmaz olan bu zevatla aynı türe mensup olmaktan, onlarla birlikte insan başlığı altında tasnif edilmekten utanıyorum.