Uzun Bir Gezinti

Biri bir video paylaşmış, Çin’den… Paylaşılan videonun kendisi daha çeşitli bir şey ama yüklemeyi beceremedim. Az çok şöyle bir şeydi.

Sizinle paylaşmaya çalıştım ama başından sonuna izlemedim, izleyemedim. Zıplaya zıplaya baktığım karelerin hemen hepsi, midemi bulandırdı.

Bir başkası videonun altına, “vay be ne disiplin, bu sayede pandeminin hakkından geliyorlar işte” diye yazmasa, aşağıda diyeceklerimi bambaşka bir güzergâhtan diyecektim. Şimdi böyle başlamayı tercih ettim.

Yukarıdakini andıran görüntüler midemi bulandırıyor, çünkü insanların bir başka insan veya başka insanlar tarafından tasarlanmış devasa —ve büyüklüğü yüzünden gösterişli bulunan— desenlerin küçük birer motifi olması hali, bence, en katlanılmaz şey. Virüsü tercih ederim yani, zerre kadar düşünmeden. Kişisel bir tercih, kimseye tavsiye ediyor değilim.

(Kaldı ki, alçak Çin yönetimi, bir desen oluşturmaya bile tenezzül etmemiş, “ulan hepiniz bir diğerinizin kopyasından ibaretsiniz” demeyi tercih etmiş. Desen tasarlamak meşakkatli iş, zekâ, zevk filan gerektiriyor. İlaveten böylesi, insanları yukarıdan dayatılan bir desenin bir motifi olmaktan bile daha aşağılık seviyeye indirgediği için daha tercihe şayan bulunmuş da olabilir.)

Meselemiz herhalde şekilleniyordur. Birçok kişi, işbu videodaki görüntüler karşısında coşku hissediyor. Üstelik o tasarımı yapanların arasında yer alması bile şart değil, birer nokta haline indirgenmiş olanlardan olmaya bile razılar. Yeter ki yukarıda bir plan olsun, her şey öngörülebilir olsun, görevler tayin ve tevdi edilmiş olsunlar, her şey düzgün olsun.

Benim açımdan insanlık tarihi, insanlarda zaten mevcut olan, muhtemelen güçlü bir biyolojik temeli olan işbu hissediş ile ona karşı duran, yine muhtemelen güçlü bir biyolojik temeli olan hissediş arasındaki mücadeleden ibarettir. Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak, düzen denen şeyin nasıl kavrandığı, düzen dendiğinde neyin kastedildiği hakkındaki varsayımları sorgulamak zorundayım.

Sorularımız muhtelif.

Mesela… Düzen nedir? Çin’i yöneten alçakların sıraya dizdiği lacivert kızların biri kırmızı giymiş olsaydı mesela? Herkes sağına bakarken soluna dönseydi? Bir düzensizlik hissedecek miydiniz? Bir huzursuzluk? Bence faşistsiniz.

Mesela… Düzen nasıl, hangi mekanizmalarla sağlanır? Yukarıda birileri bir plan yapmazsa, herkesin yerini, hızını, giyimini ve saireyi tasarlamazsa düzen de gerçekleşmez diye mi düşünüyorsunuz? Yoksa şeyler —ve maddenin kendiliğinden organizasyonu olarak zuhur etmiş olan her bir insan teki— kendi tercihleri doğrultusunda eylediklerinde, uzaktan bakınca hiç de Çinlilerin videosunda görüneni andırmayan kaotik görünümlü şeyin de kendince bir düzeni var mıdır? Evren zibidisi, Picasso’nun tablolarına baktığında, görülmeye değer bir şeyler görmüyordu. Görülmeye değer olmama hali Picasso’nun tablosunda mıydı, Evren’in gözünde mi zuhur ediyordu? Eğer size her şey ziyadesiyle kaotik görünüyorsa, mevcut düzeni göremiyor olmanızdan kaynaklanıyor olamaz mı?

Bir üst paragrafta dediklerime bağlı olarak, neyin düzenli olduğu hakkındaki kanaatlerin referansı ne?

Ve mesela… Düzeni kim sağlamalı?

***

Gözlüğümüzü taktık, biraz gezinebiliriz artık.

Kavel Alpaslan’ın yazısından şunları cımbızlayabilirim mesela.

“Dünya üzerindeki insanların ne o zaman ne de bugün ortaklaştığı bir ‘adalet’ olmadığına yoktur. ‘Adalet’ anlayışları çok ve çeşitlidir. İnsanın sınavı, belki de bunların insan vicdanına uygun olanını seçebilmektir. Kendini bunların dışında ‘tarafsız’ ve ‘insancıl’ bir konuma yerleştirmekse mümkün değildir. Bunu yaparken aslında sahte bir ‘insancıllıkla’ nice adaletsizliklere hizmet edildiği nedense hiç düşünülmez.”

Ve…

“‘Tarafsızlık’ masalı bir safsata olarak değerlendirmeli ve dünyada ‘ideal olanın’ yükünü kimsenin taşıyamayacağını bir kez daha hatırlamalı. Aksi takdirde her geçen gün yeni bir anmaya dönüşen takvim yapraklarıyla dolup taşar dünya.”

Evet, bence de tastamam böyle. Ortada bir desen yok. Biz, hiçbirimiz…

Neyse, böyle olmayacak. Şimdi de sizi Kemal Can’ın yazısına davet edeyim.

Son paragraf şöyle başlıyor: “Aç kaldığını söyleyen birine ‘geber’ yazan, açlık grevinde ölenin ardından ‘gebermiş’ etiketi açanlar var. Gücü yetenin her şeyi yapmasına razı olanlar, teşvik edenler var.”

Var mı? Elcevap, var. Paragraf şöyle devam ediyor.

“Beladan kurtulmaktan önce sahte suçlular yaratıp yargısız infaz peşine düşen bir vasat var. Ne ölüye ne diriye ne hayata ne acıya saygı duyan var. Bu kadar nefretin biriktirildiği ve galiba ‘yeni normalde’ daha artacağı bir dünyanın, bir ülkenin hakimi olmanın kimin ne işine yarayacağı elbette çok tartışmalı. Ancak şimdi herkes, ellerindekileri ne pahasına olursa olsun korumaya odaklanmış durumda. Sonraya kalacak olanı düşünmeye kimselerin vakti yokmuş gibi.”

El insaf. Şöyle şöyle olanların mevcut olduğunu tespit edip… Zıp diye zıpladık, “herkes”e… Öyle bir herkes yok. Ve…

“Artık aynı kalmayacak bir dünyanın neye benzeyeceği, onu biraz daha güzel yapabilmek için bir imkan olup olmadığını düşünmeden önce, salgının tuttuğu aynada bugünün aksini görmek daha sarsıcı.”

O aynada akseden şey, iddia ediyorum ki, bugünün aksi filan değil. Nasıl Evren’in gördüğü Picasso tablosu Picasso’nun tablosu değildi de Evren’in gördüğü Picasso tablosu idiyse, Kemal Can da kendi zihninin bir yansımasını, kendi kavrayışının bir yansımasını görüyor.

Bence…

O zihin, bence, herkes soluna bakarken sağına dönen bir Çinli kadını görünce de… Huzursuz olacak. O zihin, ancak her türlü arızadan arındırılmış bir fotoğraf karşısında tatmin olabilir gibi görünüyor yani. Dolayısıyla, ancak aç kaldığını söyleyen birine “geber” diyen kimsenin olmadığı bir dünyada kendisini güvende hissedecek.

Buradan devam etmeden, Kemal Can’ın paragrafını bitireyim.

“Örneğin AVM’lerin açılması tartışmasında sektör sözcüsü, “para önemli değil, zaten çok müşteri gelmez ama insanların psikolojisi için önemli’ diyor. Yani şimdiye kadar normal olan, ‘AVM’ye intikal ile psikolojisini dengeleyen’ bir kalabalıkmış. Böyle bir dengede duran psikoloji için fazla umutlu olmaya imkan yok. Başka bir psikolojik, ekonomik ve siyasi ‘normalleşme’ mekanı/alanı, böyle bir dil ve akıl yürütme biçimi yaratılamazsa eğer.”

AVM’ye intikal ile psikolojisini dengeleyen biri ile yaşadım yıllarca. Son derece iyi biriydi. Benden kesinlikle çok daha iyi biriydi de bence —kendisini tanımıyorum ama— Kemal Can’dan da daha iyiydi. İnsanları öyle “AVM’ye intikal edince psikolojisini dengeleyen biri” olarak tasnif etmek aklının ucundan bile geçmeyecek, içinde bir huzursuzluk veya nefret rüşeym halinde belirince bir AVM’ye kapağı atıp diğer insanlarla temasını yoğunlaştırdığında kendisini rehabilite edebildiğini tecrübe etmiş biriydi. Öyle yapıyordu.

Şimdi toparlamaya çalışayım.

Kavel Alpaslan’ın ifadesiyle, ideal olanın yükünü bir başına taşıyabileceğini zanneden birileri var. Bir oyun oynuyor olmadığımızı, bir tasarının bir parçası olduğumuzu… Veya, daha doğrusu, olamadığımızı, olmamız gerektiğini varsayıyorlar. Hepimiz, ama hepimiz, aynı tasarının bir unsuru değilsek, aynı tasarının bir deseni olarak üstümüze düşeni yapıvermezsek, koskoca desen çöküveriyor. Ne acı. Ah ideal olanın yükünü bir başına sırtlanmış olanlar için… Ne acı!

İmdi…

AVM’ye intikal etmekten pek hoşlanan biri sayılmam. AVM’lere olağanüstü nadir bir biçimde intikal ediyorum. Olağanüstü nadir. Son bir yıl içinde mesela, bildiğim kadarıyla, bir toplantı için birindeki bir restorana gittim. Hepsi o. Bir AVM’ye girince de kendimi huzursuz hissediyorum, “buraya ait değilim” gibi…

İyi ama…

AVM’ye intikal edince psikolojisini dengeleyen biri, psikolojisini nasıl dengelerse tatmin olacaksınız? Neden o vakit tatmin olacaksınız? Kimsiniz siz de “insan psikolojisini şöyle değil de böyle dengelemeli” makamında görüyorsunuz kendinizi? Referansınız ne?

Referansınız ne?

İddia ediyorum ki, referansınız, başlangıçta paylaştığım videodaki gibi bir şey. Herkesin iyiliğini istiyor olmak ve herkesin iyiliği için gerekirse o desenin tasarımcısı olmaktan bile vazgeçip basit bir ilmeği olmaya razı olmak… Matah bir şey değil. Marifet hiç değil.

İmdi…

Evet, toplumda aç kaldığını söyleyen birilerine “geber” diyebilen birileri var. Onları işitince, kanım donuyor. Ama iddia edegeliyorum ki, o kötülükler, artmıyor, seyreliyor. Eskiden de vardılar ve daha çoktular Sadece seslerini daha az işitiyorduk. Veya sesi işitilenler arasına öyleleri vardıysa da, açık etmiyorlardı, edemiyorlardı. İçlerinden “geber” demek gelse de, muhtelif sebeplerle demiyorlardı. O sebepler zayıfladı.

Filan…

Ama bu iddia edegeldiklerimde yanılıyor olsam bile mühim değil. Çünkü mesele gerçeklik düzleminde değil. Bir türlü oraya gelemiyor.

Çünkü…

Aç kaldığını söyleyen birilerine “geber” diyen birilerinin mevcudiyetinden, “herkesin öyle olduğuna” zıplayan bir akıl var. Fütursuzca zıplayan. O akıl, birkaç adım sonra, aç kaldığını söyleyen birilerine “geber” denmesini imkânsızlaştıracak bir toplumsal düzenin mümkün olduğunu, ancak onu hayal edenin iyi olduğunu, kendilerinin o iyilerden olduğunu… Çok geçmeden, ellerinde öyle bir düzenin projesi olduğunu, o projeye gönüllü yazılmamışsak kötü olduğumuzu…

Öyle bir düzen de yok, öyle bir proje de… Aç kaldığını söyleyen birilerine “geber” denmesini imkânsızlaştıran her proje, neticede, Çinlilerin videosuna ulaşır. İçinde hiçbir kötü barındırmasına ihtiyaç olmayan saf kötülüğe…

Tekrar Kavel Alpaslan’a dönmek zorundayım. Kemal Can’ın —veya Ümit Kıvanç’ın veya Murat Sevinç’in, veya benim, sizin, başkalarının— aç kaldığını söyleyen birilerine “geber” diyenlere itiraz etmemiz bir şey. En tabii hakkımız. Kendi hesabıma, benim en vazgeçemeyeceğim, erteleyemeyeceğim görevim.

Ama…

O “geber” diyenlerin olamayacağı bir dünyayı, kendiliğinden, kimse onlara itiraz etmeden mevcudiyetlerinin ortadan kalkacağı bir dünyayı düzenli dünya olarak tarif etmek… O başka bir faz.

***

Uzadı, farkındayım ama daha da uzayacak. Sizi bu defa da Halil Berktay’a götüreceğim. Aydınlanma’ya…

Neymiş? Aydınlanma’nın sebep olduğu olumsuzluklar da olmuş.

“Ama bütün bunların bizi bu sefer ters uca; Bilimsel Devrimi de, Aydınlanmayı da küçümsemeye götürmemesi lâzım. Bazı postmodernist yaklaşımlar çok yüzeysel bir ekstremizmi temsil ediyor bu açıdan. Öyle ki, bilimperestlik eleştirisinin kapsamını fazla genişleten; bilimsel yöntemin oluşturulmasını hem genel olarak bilim tarihinde, hem tek tek her bilim ve disiplinin tarihinde önemli bir dönüm noktası gibi görmeyen; faraza tıp için ‘mikrop teorisi’nin öncesi ve sonrası etrafında örülmüş bir bilim-öncesi tıp ve bilimsel tıp ayırımını dahi reddeden biraz aceleci düşünmemişlik örnekleriyle de karşılaşabiliyoruz. Bilim gibi Aydınlanma da fazla horlanır oldu, sırf Jakoben uzantılarına indirgenmek suretiyle. Oysa zamanında olduğu gibi bugün de, insan zihninin bağımsızlaşması ve bir ‘gerçek ahlâkı’nın, yani gerçeğe bağlılığı her şeyin üstünde tutan bir ahlâkın yerleşmesi bakımından çok, çok büyük bir atılımı simgelemekte.”

Devam etmeden, hemen bir de Mücahit Bilici’ye kulak verelim.

“Yılana dönüşen asaları reddeden Musa’nın asası yılana dönüşen asalardan daha büyük bir yılana dönüştü. Özetle, yılanlara karşı olan asa en büyük yılan oldu. Yılan gibi yalana inanmaya alışmış halk için büyük yılana dönüşen asa yine inanılan (sadece daha büyük) bir yalan oldu.

“Halkı Tanrı’ya kul tutmak suretiyle geçimini sağlayan ruhban sınıfının yokedilmesine tahammül edemeyen halk, büyü/kerametin yerine mucizeyi, büyücünün yerine de peygamberi koydu. Firavun’a yaptığı kulluğu Allah adı altında sürdürdü. Firavun’un büyücülerini reddeden Musa böylece Allah’ın büyücüsü haline geldi.”

E evet. Kant’a müracaat edip, “gerçek Aydınlanma bu değil” teraneleri dile getirilebilir. Gerçek (?) Aydınlanma bize, Kant’ın dediği gibi, “bilmeye cesaret et” diyen şey olabilir. Ama işte, Bilici’nin de işaret ettiği gibi, “bilmeye cesaret et” cümlesini işittiğinde, “benim bildiğimi bilmeye cesaret et” veya “bizim, iyi insanların bildiğini bilmeye cesaret et” diye anlayanların elinde… Teslim edersiniz ki başka bir şey oluyor.

***

İnsanı küçülttüğünüzde, Çin’i yöneten alçakların fantazyalarında bir nokta haline indirgediğinizde, o da artık diğer herkesi kendisi gibi bir nokta olarak görebilir. O muazzam düzen uğruna o noktanın kıymetiharbiyesi ne olabilir ki? Gebersin.

İnsanı küçültenler, AVM’ye giderek psikolojik dengesini buluyor diye kahırlara gark olanlar, bana öyle görünüyor ki, bir yandan da insandan olağanüstü işler bekliyorlar. Bekledikleri olağanüstü iş de… İşte Çinli muktedirlerin fantazyaları gibi bir şey… Biçimsiz ama kendilerine düzen gibi, the düzen gibi görünen bir şey. Yani düzen anlayışları falsolu.

Düzen denen şeyi, insana referansı olmayan bir şey olarak, referansı dışarıda, zihinde olan bir şey olarak algılıyorlar. Yani referansları falsolu.

Ama bir ilave mesele var: İnsandan olağanüstü işler bekliyorlar. Kimsenin aç kalmamasını sağlayabilirmişiz de mesela, bir yerlerde bir takım kötü özneler, kötü bir tasarım yaptıklarından bazıları aç kalıyormuş gibi… Tekrarlayayım, kimsenin aç kalmadığı bir dünyayı gerçekleştirebilir olduğumuza dair bir varsayımları var. Mesela… Başka büyük işleri de başarabilir olduğumuzu düşünüyorlar.

İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde kimsenin aç kalmadığı bir dönem olmadı. Hiçbir döneminde… Şimdi şikâyet edilen aktörlerin/faktörlerin hiçbiri ortada yokken de dünyada aç insanlar vardı/oldu. İnsanlar “açım” diyene “geber” demeye bile tenezzül etmiyordu, gebertiyordu. Oradan buraya geldik. Yakın bir geçmişte, mesela 19, Yüzyılın ortasında bile hayal edilemeyecek kadar büyük bir nüfusu doyurabilir bir hale…

Kimsenin aç kalmamasını isteyelim. Ben de istiyorum.

Ama bilmeye cesaret edin, insanlık tarihinde hiçbir vakit bu kadar çok insan doymadı. Bu kadar çok sayıda insanın doyabilmesini de, “kimse aç kalmasın” hayalleri kurabilmeyi de… Sizlerin tasavvur ettiğinizi andıran düzenlere, kimsenin kimseye “geber” diyemediği, başkalarına “geber” denmesinin imkânsızlaştırıldığı, insanların AVM’lere gidemediği düzenlere borçlu değiliz.

Bilmeye cesaret edin, “’Adalet’ anlayışları çok ve çeşitlidir. İnsanın sınavı, belki de bunların insan vicdanına uygun olanını seçebilmektir. Kendini bunların dışında ‘tarafsız’ ve ‘insancıl’ bir konuma yerleştirmekse mümkün değildir. Bunu yaparken aslında sahte bir ‘insancıllıkla’ nice adaletsizliklere hizmet edildiği nedense hiç düşünülmez.”

Ve… Kabul etmeye cesaret edin. İdeal olanın yükünü siz de taşıyamazsınız. Bir oyunun oyuncularısınız. Hepsi o. Hakem değilsiniz. Oyunun bilgisine sahip değilsiniz. Oyunculardan birisiniz. Diğerleri ile dövüşmek zorundasınız. Mensup olduğunuz insanlık, öyle şıp diye, kimsenin aç kalmayacağı, havanın kirlenmediği, denizlerin kirlenmediği, yeni doğmuş deniz kaplumbağalarının denize kayıpsız ulaştığı, virüslerin can almadığı, aslanların ceylanları yemediği —ve yine de nasılsa aç kalmadığı— bir dünyayı inşa edebilecek kadar güçlü değil. Muhtemelen hiç olmayacak. Bir yol alıyoruz ve… O yolu almayı sürdürebilmemiz için sizin düzen tasavvurunuza, referanslarınıza, aşağılamalarınıza, hayallerinize, ölçüsüz hayallerinize hiç ihtiyacımız yok.

İlaveten…

Kimseden daha iyi filan da değilsiniz.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et