Vaat

Ben Marks ve Darwin ile, hemen hemen eşzamanlı olarak tanıştım —14 yaşımdayken.

14 yaşımdayken, her ikisinin de aynı mahallede büyümüş, aynı düşünce ikliminde yetişmiş insanlar olduklarının farkına varamadım, o iş bir hayli zaman aldı. Marks, Marks olduğu için Marks idi. Darwin de Darwin olduğundan Darwin. İçinde yetiştikleri şartlar, zamanın ruhu filan gibi şeylerle biçimlenmiş değillerdi. Büyük insanlardı ve bütün büyük insanlar gibi, tarihin hangi döneminde, nerede doğsalar, yaptıkları işleri yapacaklardı.

Hâlbuki —biliyorsunuz işte— hem Marks’tan hem de Darwin’den, tam tersini çıkarmak gerekir. 14 yaşımda çıkaramadım. Galiba yirmili yaşlarımın ortasına kadar çıkaramadım.

***

Darwin, zımnen, her biyolojik türün bir özne, kendi inertiası olan bir şey olduğunu kabul ederek söyler söylediklerini. Marks ise, gözünün önünde zuhur etmiş olan işçi sınıfının bir özne olduğu tespiti üzerine inşa eder her şeyi.

Darwin, bilinmeyen bir tarihte zuhur etmiş türlerin ekosistemi hakkında konuşuyordu. Yeni bir türün zuhur etmesine şahitlik etmemişti. Zuhur eden yeni bir türün ekosistemi nasıl değiştireceği değildi kafasını kurcalayan. Türlerin zuhur etmesinin arkasındaki dinamiği anlamaya çalışıyor, biyolojinin Newton’u olmayı hayal ediyordu.

Marks da tarih biliminin Newton’u olmayı hayal ediyordu. Yeni bir sınıfın zuhur ettiği dönemde yaşamıştı. Fabrika işçisinin… Fabrika işçisi, kendisinden önce gelen serflerden, emeği toprak sahibi tarafından sömürülenlerden farklıydı. Birçok sebeple… Bir defa fabrikalar, devasa çiftlikler ile kıyaslanmayacak kadar büyük artı değer üretiyordu. Sonra mesela, serflerin hayatı, tabiatın keyfine tabi idi. Yağmur yağarsa, şu kadar yağarsa, şu mevsimde yağarsa başka, öyle olmaz da böyle olursa başkaydı üretilen katma değer. Yani, fabrika işçisi, sentetik, insan yapısı, insanın hayatının o tarihe kadarki en büyük belirleyeni olan zamanın tabii ritminden bile bağımsız bir ortamda şekilleniyordu. Fabrika işçisinin hayatında biyolojik ritmin neredeyse hiç yeri yoktu. Güneş kaçta doğarsa doğsun, kaçta batarsa batsın, kendisini nasıl hissederse hissetsin, her gün aynı saatte işe gitmek, her mevsim çalışmak durumundaydı. Fabrika işçisi Aydınlanmanın eseriydi. Marks, Aydınlanmanın eseri olan fabrika işçisinin yeni bir sosyolojik özne olduğunu, sosyolojik ekosistemi tepeden tırnağa değiştirdiğini, tarihin yeni aktörü olduğunu vurgulayarak başlamıştı işe.

(Mesele galiba, yeni aktör olmak ile ebedi aktör olmak arasındaki farktan kaynaklanıyor ama şimdi bunlara girersek çıkamayacağız. Şu kadarını söylemeden geçmeyeyim. Sabah, bayramını kutlayıp eğleneyim diye emekçi tanıdık aradım zihnimde. Kızımdan gayrı kimse aklıma gelmedi —kendisini amele olarak görüyor da… Bir de akranım bir hanım meslektaşım var, ama artık emekçi olmaktan çıktı, yanında çalışanların emeğini sömüren bir işveren oldu. Marks işin buraya varacağını, işçi sınıfının tarihi değiştirmesinden sonra başka şartların zuhur edeceğini de —laf arasında— söylemişti. Ama onun bile öngörmediğini zannettiğim biçimde işçi sınıfı buharlaştı, anlamlı bir özne olmaktan çıktı. Marksçılar tarihin yeni öznelerini tespit edip, yeni programlar üretmekten aciz görünüyorlar —sanki hâlâ tarihin anlamlı bir öznesi olarak işçi sınıfı varmış gibi yapıyorlar. Darwinciler ise Marksçılar gibi yapmadılar. Darwin’in dediklerinden, Darwin’in aklına bile gelemeyecek şeyleri çıkardılar ve çıkarıp duruyorlar. Onlar sayesinde, Marks’ı ve Darwin’i, tarihteki yerlerine daha sağlıklı bir biçimde yerleştirebiliyoruz.)

Marks ve Darwin kendi alanlarının Newton’u olmayı hayal etmişlerdi, dedim.

Yani?

Newton —biliyorsunuz— birkaç denklemle dünyanın büyük bölümünün sırrını çözüvermişti. 19. Yüzyılın ortalarında, büyüleyici görünen şey Newton’un çözdüğü problemi çözmüş olması değildi. Bir problemin bu şekilde, birkaç küçük genellemeyle, birkaç diferansiyel denklemle çözülebilmiş olmasıydı. Newton bir araçla bir iş yapmıştı ve yaptığı iş göz kamaştırıcıydı. Ama Marks ve Darwin gibileri büyüleyen şey iş değil, araçtı yani.

Ben Marks ve Darwin ile tanıştığımda, 14 yaşımda, onların kendi alanlarının Newton’u olmayı hayal ettiklerini bilmiyordum. Aslında Newton’dan önce Newtonculuğun mevcut olmadığını bile bilmiyordum. Newtoncu bir dünyaya doğmuştum ve dünyanın daha başından beri hep Newtoncu olduğu, hep de öyle kalacağı duygusuna sahiptim —bu hissi sorgulamak gerektiğinin bile farkında değildim, çünkü zaten öyle bir hissim olduğunun bile farkında değildim. Beni o kapandan çıkaran, Newtonculukla çelişip duran her günkü kendi tecrübelerim olmadı, Marks ve Darwin oldu.

İronik değil mi? Kendi alanlarının Newton’u olmayı hayal eden, Newton’u izinden gidilecek biricik peygamber olarak gören adamlar, benim zaten insan tabiatının bir bileşeni olduğunu varsaydığım —öyle varsaydığımı fark bile etmeden varsaydığım— Newtonculuktan kurtulmamı sağladılar.

Öyle olur.

***

Neyse, bu kadar teori yeter.

Marks, dediğim gibi, işçi sınıfının tarihin yeni öznesi olduğu tespitini müthiş bir sahicilikle yapmış, sonra da bu yeni öznenin zaten mevcut olan iktisadi/sosyolojik ekosistemi nasıl değiştireceği üzerine, çoğu manasız, bir yığın matematiksel ve ruhsuz denklem türetmişti.

Marksçıların bir bölümü, o ruhsuz denklemleri ve önermeleri ezberleyip tekrarlayarak, sağına soluna yeni denklemler ekleyerek Marksçılık yaptılar. Ama başkalarının aceleleri vardı. Mademki işçi sınıfı tarihin yeni öznesidir, o halde onun tarihte yapacağı işi bir an önce yapması için ne lazımsa yapalım diye işe koyuldular. (E, öyle değil mi sizce de, mademki işçi sınıfı işini yapınca dünya cennet olacak, neden bekleyelim ki?) Tarihi onlar değiştirdi, denklemlerin arasında sabahlayanların pek bir dahli olmadı. Yani benim gibilerin…

Fiil her vakit düşünceden daha cazibelidir. Birileri —beklemeye tahammülü olmayanlar— harekete geçtiler. İşçi sınıfını, tarihi bir an önce değiştirmeye ikna etmek için akıllarına ne geliyorlarsa yaptılar. Avrupa’nın işçi sınıfı hevesli davranmadı. Ama Rusya’nın köylüleri razı geldiler.

(Devam etmeden önce belirteyim, işçi sınıfı Lenin ve benzerlerinin peşinden gitmeyerek, Marks’ın öngördüğü vazifeden imtina etmiş değil. Zaten sadece mevcut olmakla bile insanlığın, iktisadın ve sosyolojinin tarihini değiştirdi. Her şey değişti. Her şey… Ve sonunda işçi sınıfı da tepeden tırnağa değişti —nihayetinde ortadan kalkarak bir daha değişti. Bu da işin Marksçı değil, Darwinci yanı.)

Fiil her vakit düşünceden cazip, başarı her vakit fiilin cazibesini artırır. Rusya’da fitili ateşlenen şey, kısa sürede bütün dünyayı sardı. Dünyanın dört bir yanındaki Marksistlerin, dünyadaki herkese vadettikleri bir cennet vardı. Kimse kimseyi sömürmeyecek, herkes kardeşçe yaşayacak… 1917 ile birlikte, Marksistler sadece bir vaade değil, fazladan bir programa da sahip oldular. Sonra o programlar çeşitlendi. Ve saire…

***

Gelelim memleketimin İslamcılarına…

Geçen gün sorup cevaplamadığım soruyu tekrarlayayım: Zafer ne? Ne olursa zafer kazanılmış olacak? Yani İslam zafer kazandığında nasıl bir şey ortaya çıkacak ki, dünya âlem İslam dünyasına bakıp parmak ısıracak?

Dikkat isterim, programı sormuyorum, o vaade nasıl ulaşılacağını sormuyorum —onları sonra soracağım— vaadi soruyorum. İslam, bütün dünyaya rahmet vadeden bir şey —Müslüman olsun olmasın herkese… Rivayet olunur ki Ebubekir, “benim cüssemi o kadar büyük, o kadar büyük yap ve sonra da cehenneme beni at ki, cehennemde başka kimseye yer kalmasın, herkesi cennete yerleştirmek zorunda kal” diye dua edermiş Allah’a… Eh, herhalde bir menkıbeden fazla bir şey değil. Ama bu menkıbeyi imal eden sosyolojinin ruh hali hakkında kâfi fikir veriyor.

Şimdi memlekette herkesin anasını belledikten sonra birbirlerini yemeye başlayan İslamcılara bakın, bu ruh halinin kırıntısına rastlayabiliyor musunuz? Bütün şu birkaç aylık hengâme içinde Taşgetiren, —eğer büyüteçle de değil, mikroskopla bakarsanız— küçük bir izini bulabileceğiniz bir laf etti, “insan kardeşim, onun haysiyeti benden sorulur” mealinde. Ama o yazı üzerine de yazdım, reislerinin vaziyet ettiği memlekette haysiyet cellatlığının neredeyse biricik mesai konusu olmasına itiraz etmeyi geçtim, reislerinin hesabına çalışan Hande Fırat ve Abdülkadir Selvi dışında kalan milyonlarca kişinin maruz kaldığı haysiyet cellatlığının birkaçına bile itiraz etmedi.

Geçiniz.

Mavi Marmaracılar dışında kalan İslamcıların dünyaya herhangi bir vaadi yok. Eğer İslamcı ordusuna yazılırsanız yağmaya katılma hakkı elde edeceksiniz. Yağmadan da aslan payını reise vereceksiniz. Vaat, geriye elinizde kalan. Bir ihale mi olur, havuzdan finanse edilen şeylerden bir köşe mi, bir vekillik mi, bakanlık mı, onu da reis takdir eder. Ha yığınlara kalan da, dün kendilerini aşağılayıp duranları aşağılayarak, duygusal tatmin yaşamak.

Yerseniz.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et