Ya Hacı Bektaş veya Mevlana
Rivayete göre, adam çaldığı koçu, duyduğu pişmanlıkla, Hacı Bektaş dergâhına bağışlamak ister. Hacı Bektaş bağış isteğinden haberdar olur ve müritlerine bağışı kabul etmemelerini buyurur. Adam bunun üzerine aynı koçu Mevlevi dergâhına götürür. Koç kabul edilir. İki farklı yerde iki farklı davranışla karşılaşan adamın kafası karışır. Bir köşede düşünceli düşünceli otururken Mevlana onu görür. “Anlaşılmayacak şey yok,” der adama, “bağışlamaya kalktığın koçun çalıntı olduğunu anlamıştı hazret, bizim gönlümüz bir karga ise, onunki şahindir, her leşe konmaz, o yüzden reddetti.” Adam “ e peki siz neden kabul ettiniz” diye sormaya cesaret edemez. Ama soru da kafasını kurcalar durur. Neticede başka çare bulamaz, gider Hacı Bektaş’a sorar. Hacı Bektaş “bizim gönlümüz bir su birikintisi ise onun gönlü bir okyanustur, bir damla necasetle kirlenmez.”
Besbelli sosyal muhayyilenin imal ettiği bir mesel bu ve birçok şey söylüyor. Her şeyden önce mesela, hemen her kesimin, gerektiğinde hiç tereddüt etmeden tekrarladığı “iki nokta arasında doğru tektir” aforizmasının manasızlığını söylüyor. Ama şimdilik mevzum bu değil.
Ne?
Şu: İslam bir okyanus mu? Okyanus kaç damlayla kirlenir?
***
Vaktinde, 28 Şubat’ın dertli günlerinde, TSK’nın kendisini temizlemesi gerektiğini yazmıştım. Kendisini temizlemezse başkası temizlemeye kalkar. Olmayacak şeyler olur, üstelik temizlenilmiş de olmaz. Dediğim gibi oldu mu? Bence oldu. Memlekette yargının, üniversitenin, medyanın, futbolun ve daha ne varsa hepsinin kendisini temizlemesi gerekiyor. Çünkü her biri bir damladan fazlasıyla, çok fazlasıyla kirlenmiş halde.
Sterilizasyona inanmam. Sistemlerin kirlerden arıtılarak daha saygıdeğer şeyler haline getirilebileceği, Platonik bir inançtan başka şey değil benim için. Platon, özellikle Socrates’in ağzından konuştuğu dönemde, hataları ayıklaya ayıklaya gerçeğe ulaşma diyebileceğimiz bir metot istihdam etmişti. Ama gerçeğe öyle ulaşılmıyor, eğer ulaşılıyorsa…
Dolayısıyla TSK’nın kendisini temizlemesi derken kastettiğim şey bir sterilizasyon, bir arınma, bir kendisiyle yüzleşme değildi. Şimdi futbol, yargı ve saire için teklif ettiğim de öyle bir şey değil. TSK arkaik bir şey olarak kaldıydı. Günün şartlarına uyum sağlaması için, memlekete nizam vermeye hevesli ve fakat bu hevesini dizginlemeye çalışan bir kurum olmaktan çıkıp, bu hevesin manasızlığını kavramış bir kurum olmaya doğru dönüşmesi lazımdı. TSK hevesini korudu, tarzını değiştirmekle, darbeleri daha postmodern aygıtlarla gerçekleştirmekle yetinmeye kalktı. Kendi başını da, memleketin başıyla birlikte belaya soktu.
İslam âlemi için de benzer şeyleri söyleyebilirim. Paris’te yapılan şey Avrupalıların İslam fobisine sebep olmuyor. Zaten bir İslamofobi var, yapılıp edilen her şey ona hizmet ediyor. O fobinin haklı olup olmadığı ayrı mevzu. Var, mühim olan bu. Ve siz onunla cepheden dövüşerek onu aşamazsınız. Bu ölçekte ve bu formdaki problemler, ancak yeni bir model teklif ederek aşılabilir. Bu tür problemler zaten çözülmez, dönüştürülür.
Günümüzün şartları İslam âlemine, dönüşmeyi dayatıyor. İslam âlemi bu dayatmaya, iyice arkaikleşerek cevap veriyor. Günümüzün şartları yeni şeyler söylemeyi dayatıyor, yeni cevaplar talep ediyor. İslam âlemi daha da eskiye giderek, çok eskiden verilmiş cevapları, arkasına şiddet desteği koyarak kabul ettirmeye kalkıyor. Tekrar söyleyeyim, şiddet derken Paris’teki işi işleyen zibidileri, IŞİD’i, El Kaide’yi filan kastetmiyorum. Bu zibidileri meşru gören, en azından mazur gören zihniyetin yaygınlaşmasını kastediyorum.
***
Baştaki mesele döneyim. Bir yanda Hacı Bektaş, öte yanda Mevlana, beride Yunus yaşarken, hepsi de aynı dünyaya farklı tekliflerle yaklaşabildiklerinde, İslam belki de bir okyanustu. Okyanus öyle olunur. Öyle olunduğunda, bir yanda birileri manasız şiddet uyguladıklarında faturası size kesilmez zaten.
Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus ve daha niceleri birer denemeydi. Muhtemelen bir yığın başarısız deneme de yaşandı aynı dönemde. Ama bu üçü başarılı oldular. Zor günlerde, zor sorulara cevap oldular. Dolayısıyla yaşadılar. Yani yaşatıldılar. Toplum onları yaşamaya değer buldu. Yaşatabilmek için de, işte baştaki gibi meseller uydurdu. Böyle yapmakla kendisini zenginleştirdi, dünyayı zenginleştirdi.
Şimdiki gibi ruh iklimini 13. Yüzyıla taşıyın. “Ya Hacı Bektaş veya Mevlana” dendiğini hayal edin. Neler kaybedilecekti, aşikâr değil mi? Bugün hal bu. Herkes “top benim” deme telaşında, kimse oyunda bir oyuncu olmak, diğerleriyle aşık atmak derdinde değil.
Bir başka İslam âlimi, Beyazıd-i Bestami, “aramakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır” demişti. Arayış yasaklandığında, demek ki, bulmak da imkânsızlaşıyor. İslam âleminin problemi bu. Yani, bulunmaya değer her şeyin zaten bulunmuş olduğu kanaatinin yaygınlığı. Amerika’yı da zaten, önce Müslümanlar bulmuştu ya, şimdi yegâne problem kaldı, herkesin bu gerçeği kabullenmesi, filan.
Mesele Amerika’yı bulmak değil, aramak. Bulunmamış olanı aramak. Belki de bulunamaz ama aramayanın bu dünyada yeri yok.