Yellowstone, Bitcoin ve Trump

Beyazlar Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarını kolonileştirdikten ve insan türünün kıtada daha önce hiç beceremediği bir hızla çoğaldıktan sonra, batıya doğru yayılmaya başladılar. O yayılma sürecinde, şimdi Yellowstone Milli Parkı olarak adlandırılan bölgeye kimsenin yerleşmemesine karar verdiler. Ta 1872’de kim akıl etti, nasıl akıl etti bu işi, aklım almıyor. Çünkü —bugünkü aklımızla anlaşıldığı kadarıyla— bölgenin tabiatına hayran olmuş ve onu korumaya karar vermiş olmaları gerekiyor, filan. O devirde, vahşi bir kolonileştirme ateşiyle tutuşan birileri için fazla rafine bir akıl gibi görünüyor.

Ama tam da öyle yaptılar.

Kendileri yerleşmedikleri gibi, bölgede yaşayan Kızılderilileri de bölgeden çıkmaya zorladılar ve bölgeyi koruma altına aldılar.

Sonrası acıklı bir hikâye ve daha önce özetledim. Bu işi yapanların torunlarının torunları arasındakilerin çoğu, hâlâ, onca acı tecrübeden sonra öğrenemedi ki, hiçbir güzel şey korunamaz. Korunmaya kalkılan hiçbir güzellik, güzel olarak kalamaz. Güzellik, tabiatı icabı, akışkandır. Akabildiği sürece güzel kalabilir ve dolayısıyla da her dem başka bir güzel olarak…

Ama bugün derdim başka.

“Yahu burası pek güzelmiş, burayı koruyalım” diyenler, nasıl olup da, “ulan burası biz korumaya karar vermeden, biz planlamadan, biz kontrol etmeden de, kendiliğinden de güzel olabiliyormuş” diyememişler? Torunlarının torunları hâlâ neden diyemiyorlar? Güzelliğin ve iyiliğin, onları kasteden akıllı bir özne varsa ancak hayat bulabileceği kanaati nasıl olup da ortaya çıkabiliyor? Ve bir defa ortaya çıktıktan sonra nasıl bu kadar mukavim olabiliyor?

Nasıl?

Ortada herhangi bir belediye, bir merkezi otorite yokken Safranbolu, Sığacık, Mardin gibi köyler, şehirler olmuş. “Sen şuraya şunu yapabilirsin, şuraya bunu yapamazsın” diye buyuran pek akıllı, pek bilgili zevat olmadan olmuş onlar. Sen de gitmiş, pek hayran kalmışsın. O anda nasıl olup da aklına hemen “derhal bu güzelliği koruyacak bir merkezi otorite tesis etmemiz lazım, aksi halde buraları telef olur” gibi bir manasızlık düşüyor? Nasıl oluyor da oluyor?

***

Yukarıda sorduğum sorular mühim.

Çünkü…

Bitcoin denen şey —veya onun türevleri— iktisadı, beyazlar onu korumaya kalkmadan önceki Yellowstone, pek akıllı ve bilgili şehirciler onları korumaya kalkmadan önceki Safranbolu, Mardin haline getirecek.

Ve kıyamet de bu yüzden kopacak.

Saflar, kontrol saplantısına sahip olanlar ile anonim iyiliğin mümkün olduğuna inananlar şeklinde şekillenecek. Daha doğrusu, şimdiden öyle şekillendi.

Kontrol saplantısına sahip olanlar, dahası, Bitcoin ve benzeri şeylerin, kendilerinin teşhis edemedikleri birileri tarafından kontrol edildiği vehmini de çok geçmeden üretirler. Çünkü onlar, Yellowstone karşısında, Safranbolu veya Mardin karşısında, “ulan burası biz korumaya karar vermeden, biz planlamadan, biz kontrol etmeden de, kendiliğinden de güzel olabiliyormuş” diyemediler. Çünkü… Kontrol edilmeden, bir özne öylesini kastetmeden ortaya güzellik çıkabileceği hiç akıllarına gelmiyor. Güzellik varsa, onu kasteden biri vardır. Kimdir? Geçiniz. Biri vardır. Şimdi o, biz olmalıyız. Nokta.

Dünya Yellowstone veya Mardin’den ibaret değil. Sahra da var söz temsili. Kontrol saplantısına sahip olanlara kalsa, Sahra da birilerinin marifeti. Kötü birilerinin…

Öyle olmuyor o işler. Bir yığın şey, ortada o neticeyi kasteden herhangi bir özne olmadan zuhur ediyor.

Zuhur ediyor.

***

Buradan, içimde kalan bir mevzua gelmek istiyorum. Ümit Kıvanç geçtiğimiz hafta bir yazı yazdı (http://www.platform24.org/p24blog/yazi/2614/hukuk-ve-kurumsalligin-yok-edilisi). Daha önce de —başka kelimelerle— söylemiştim ama bu defa daha kestirmeden söyleyeyim: Ümit Kıvanç’ı seviyorum. Ama bu yazısına da sinmiş, hemen her yazısında görünen, rahatsız edici bir hal var. Nasıl özetleyebileceğimi pek de bilmediğim bir hal.

Belki…

Ümit Kıvanç iyi… İyinin ne olduğunu da biliyor, nasıl inşa edileceğini de… Ama ne yazık ki ona kulak asan yok. Kulak asan olsa… Nelerin korunması gerektiğini pekâlâ biliyor. Onları korusak… Ama koruyamıyoruz, çünkü doymaz iştahıyla kötünün kötüsü olan insanoğlu… Bilhassa da şu Türkiye’de mukim olanlar… Filan.

Benim baktığım yerden bakıldığında, popülizm mesela, itiraz edilecek bir nesne değil. Popülist/faşizan liderlerin istismar edebiliyor olması, popülizmin kendisinin, özü itibariyle kötü olduğunu söylememize kâfi değil. Bitcoin mesela, tanımı icabı popülist bir şey. Bir yığın iyiliğe ve bir yığın kötülüğe araç olabilir, herhalde oluyordur ve olacak da… Ama bir merkezde tasarlanmış, bir merkezden kontrol edilen dolar veya lira ile kıyaslarsak, sadece popülist olması yüzünden devrimci bir şey. Ömürlerini devrime adamış değme devrimcilerin hayal bile edememiş oldukları potansiyeli barındırıyor içinde. Sadece ve sadece popülist olması yüzünden.

Kurumlar yıkılıyor mu? Yıkılıyor. Ama zaten yıkılmaları gerekiyor. Dolar bir kurum ve behemehâl yıkılması gerekiyor, söz temsili. Galiba yıkılıyor da… Doların yıkılması da böyle oluyor besbelli. Bu yıkım süreci ilerledikçe, şimdi hayal bile edemeyeceğimiz ölçüde dertlere sebep de olabilir ayrıca. Ne yapalım? Yıkılması birilerini perişan edecek diye dolara payanda mı olalım?

Bugün yaşadığımız ve hepimizin içini acıtan manasızlıklar, kurumlar kötü kişilerin eline geçtiğinden kaynaklanmıyor. Yıkılması gereken kurumlar hâlâ yıkılmadıklarından veya yıkılıyor olduklarından kaynaklanıyor.

Eh, bana da öyle geliyor ki, kurumsuz, kurumlarsız olmaz. Belki yanılıyorumdur ama bana öyle geliyor. Ama bu, mevcut kurumların korunmasının veya rafine edilmesinin yanında olduğum manasına gelmiyor. Yeni kurumlara, başka kurumlara, başka akıllarla tesis edilmiş, daha anonim akıllardan zuhur etmiş kurumlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Bitcoin gibi, Wikipedia gibi…

Bir başka yazının konusu olacak kadar uzun ama şimdiden bir iz bırakayım: Biz problemlerimizi Aydınlanma Aklını istihdam etmediğimizden yaşıyor değiliz, olur olmaz yerde onu istihdam ettiğimizden yaşıyoruz. Biz çoktan alıp aza vermediğimiz için yaşanmıyor zulüm, verdiğimiz için yaşanıyor. Bir merkezde doğru tasarımlar yapamadığımızdan acı çekmiyoruz, merkezlerde tasarımlar yapıldığından çekiyoruz.

***

Trump başka, Trump’ı Amerikanya Başkanı edenler başka…

Daha önce söz etmiş olmalıyım ama bulamadım, bir tuhaf film izlemiştim. Yanılmıyorsam İrlandalı bir genç kız, erkek arkadaşından gebe kalır. Ailesi onu reddeder. Bir manastıra sığınır. Manastır çocuğunu alır, çocuksuz bir aileye verir. Yıllar geçer. Kadın başka biriyle evlenir ve bir kızı olur. Ama başından geçeni kimseye anlatmamıştır. Nihayet, kendisinden çalınan oğlunun —galiba— ellinci yaş gününde kızına hikâyeyi anlatır. O da, kısa süre önce bir skandal yüzünden Başbakanlık danışmanlığı gibi gösterişli işinden ayrılmak zorunda kalmış, Oxbridgeli bir arkadaşına anlatır. Bir TV kanalı için, kadının çocuğunu bulmaya karar verirler.

Film, sıradan, vasat, popüler romanlar okuyan, televizyonda izlediği haber bültenlerinden öğrendikleri ile dünyaya dair bütün sırları çözdüğünü zanneden, hiçbir bilgisinden şüphe etmeyen, kendisinden son derece memnun olan kadın ile öyleleri ile hiçbir işi olmamış, onları hor gören Oxbridgeli seçkinin birlikte yaptıkları seyahat sırasında yaşadıkları gerilim üzerinden yürür. Galiba kadının oğlu ölmüştür. Eşcinseldir. Kadın oğlunun eşcinsel olduğunu öğrendiğinde sarsılır ama sarsıntıyı atlatır. O arada oğlunun kendisini çok sevdiğini, hep aradığını filan öğrenir. Daha bir yığın şey…

Filmden bana kalan başka bir şeydi.

Kadının aklı ile Oxbridgelinin aklı aynı akıl değildi. Ama ikisi de akıldı işte. İkisinin de çuvalladıkları yerler vardı. Birinin yaptığını öteki yapamıyordu, filan.

Neyse bunlar başka bir yazının konusu… Şimdiki meselemize gelirsek, Trump denen adamı ABD’de iktidara taşıyan, o İrlandalı kadın gibilerin, o Oxbridgeli gibiler tarafından horlanmaya daha fazla tahammül edememeleri oldu. Kendilerine durmadan öğretmenlik yapan, iyiliği, güzelliği öğretmeye çalışan, tepeden bakanlara… O kadın kendisinden memnundu ama Oxbridgeli kendisinden memnun değildi. Kadın adamdan da memnundu, daha doğrusu ondan memnun olup olmamak gibi bir problemi olmamıştı. Adam ise sadece kendisinden değil, kadından da memnun değildi. Hiçbir şeyden memnun değildi. Filan.

Netice olarak, filmde nazikçe ortaya konan, dehşetli bir asimetri vardı. Birbirinden neredeyse ülkeler arasındaki sınırlardan daha geçirimsiz sınırlarla ayrılmış iki kesim var. Kendi kaderlerini kahramanca yaşayan, acılarıyla kahramanca baş eden, hayatlarını zenginleştirmek için kabiliyetleri ve imkânları ölçüsünde çabalayan, ama işte lüks otelde geceleyecekleri zaman yatağın üstüne konan ikinci bornozun yanlışlıkla konduğunu zanneden, yine de sabah otelde kahvaltı ederken garsonla sohbet eden, onun —mesela— Kostarikalı olduğunu öğrendiğinde, Kostarika hakkında duyduğu biricik şeyle olmayacak genellemeler yapan… Birileri var, eksikleri ve fazlalarıyla… Ve o birilerinden müteşekkil bir kesim.

Anlaşılan o ki, onlar fazlasıyla basınç altında kalmışlar. Fazlasıyla…

Yardım, acıma filan beklemiyorlar. Dünyadaki saygıdeğer yerlerini, hak ettiklerini istiyorlar. Trump veya Erdoğan gibiler onların bu ihtiyaç ve taleplerini istismar etmeden önce, orada böyle talepler ve ihtiyaçlar olduğunu bas bas bağırdım, sayfalarca yazdım ben. Benim gibi birileri daha… Pek az kişi…

Şimdi de tekrarlıyorum. Onlar Ümit Kıvanç’ın onlara acımasını, onların dertleriyle hemdert olmasını, onlara yardım etmesini istemiyorlar. Talepleri bu değil. Bu dünyada fazlalık değiller. Dünyanın kendilerine göre düzenlenmesini istiyor değiller. Kendileri olarak hayatlarını sürdürebilmek istiyorlar.

Demokrasi denen şey, bizde mesela 1980 sonrasında, filmdekine benzer züppelerin, her şeyi kendileri tasarlayıp kontrol ederlerse herkesin iyiliğinin sağlanabileceğini zanneden bir takım zıpırların, siyasetin memleketi yönetmek olduğunu zanneden budalaların roket hızıyla yükseldiği bir tuhaf şey olduydu. Daha önce dedim, bu eğilimin yarattığı gerilimin bize has olduğunu zannediyordum. Trump’ın kazandığı seçim sayesinde öğrendim ki, öyle değilmiş.

Mesele şu: Bizim Oxbridgelilerimiz —ve mesela Ümit Kıvanç— Erdoğan kasırgasına rağmen meseleyi kavrayamamış görünüyorlar. Ya “bizden adam olmaz, bizim ahaliyi topyekûn kesmek lazım” kıvamındalar veya Kıvanç gibi “ah nasıl acı çekiyorlar, onların acısını hafifletmek için benim fedakârlık yapmam, kurban olmam lazım” kıvamında… Ama gördüğüm kadarıyla Amerikalı Oxbridgeliler bizimkiler kadar aymaz çıkmadı. Eğer yanılmıyorsam, demokrasiyi, popülizmi filan mahkûm edenler, demokrasiyi tartışmaya açanlar azınlıkta kaldılar. Çoğunluk, problemi kendilerinde arıyor.

Yellowstone kendi kendine, Ümit Kıvançlar filan onunla ilgili kaygılar biriktirmeden zuhur etti. İyi özneler, çok iyi özneler, pek iyi niyetlerle meseleye vaziyet etmeden… Korunmaya karar verildiğinde de perişan oldu.

Korumaya kalkmayın.

Demokrasi hakkında da öyle ileri geri yorumlar yapmayın. Ortada demokrasi yok. Planlamacı, kontrol saplantılı, plan ve kontrol olmadan her şeyin tarumar olacağını zanneden öznelerin iktidarını üreten bir tuhaf siyasi örgütlenme var. Bize demokrasi lazım. Popülist bir demokrasi. İçinde herkesin kendisine bir yer bulabileceği bir sosyal örgütlenme biçimi lazım.

Yeni bir kurum yani. Eskisinin korunmaya değer hiçbir yanı yok.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin