Yobazlığın Kaynağı

Fransız bilim tarihçisi Denis Guedj’in, Türkçeye Metrenin İcadı adıyla tercüme edilen bir romanı var. Roman dedikse, o kadar da değil. Gerçek bir hikâyeyi, meridyenin ölçümünün hikâyesini anlatıyor.

Kitabı tercüme edenler metrenin icadı deseler de, Fransızlar metreyi keşfettiklerini düşünüyorlardı. Metre orada, tabiatın bağrında, kusursuz düzenin içinde durup duruyordu ama biçimsiz insanlar kulaç, adım, parmak filan gibi, kendi bedenlerine referans veren, manasız ölçüler geliştirmiş, kullanıp durmuşlardı. Hep yaptıkları gibi, kusursuz düzeni bozmuş, dünyayı kendilerine benzetmişlerdi.

Ama…

Artık dünyanın kara bahtı aydınlanacaktı. Aydınlanmacılar zuhur etmişti. Dönem her şeyin mümkün olduğuna inanılan coşku döneminin şafağıydı. Her şeyin özü bulunacak, dünya insan aklı sayesinde cennet olacaktı. Sonra? Cennet ihalesini üstlerine almış olanların, sonrasına dair bir kaygıları varmış gibi görünmüyor pek. Onlar, artık Platon vasıtasıyla Parmenides’in bilgeliği ile müşerref olmuşlardı. Hiç değişmeyecek, biteviye kendisini tekrarlayıp duracak mükemmel sistemleri inşa etmek onların kaderiydi.

İngilizlerin, dünyanın sıfır noktasının Greenwich’ten geçtiğini keşfetmelerine daha biraz vakit vardı. Fransızlar bu arada, litre, kilogram filan gibi temel ölçü birimleri keşfetmeye koyulmuşlardı. Metre de o paketteydi ve metre için en makul referans, dünyanın meridyeni imiş gibi görünüyordu.

Buraya kadarı benden. Şimdi Guedj’e kulak verebiliriz.

Meridyeni ölçen astronomlardan biri, kitabın sonlarına doğru diyor ki mealen, “Dünya biçimsiz bir küre. Muhtemelen önce kütleçekimi filan gibi kanunlar kotarıldığından, muhtemelen onun etkisiyle, biçimsiz bir yapıya sahip olmuş. Bundan sonra asla düzeltilemez de… Ta ki, en baştan yapılsın…”

Astronom buna benzer bir lafı sahiden etmiş midir, bilemem. Etmişse, dönemin ruhunu gelecek nesillere bırakmak için bir laf düşünse, bu kadarını ancak üretebilirdi. Etmemiş de Guedj bu lafı astronomun ağzına vermişse, ne diyeyim, helal olsun.

Astronomumuzun ruh halini anlayabiliyorsunuz değil mi? Dünya biçimsiz, tepelerinden basık, eğik, yüzeyi engebeli, abuk sabuk bir küre. Platonik bir kürenin asaletinden ne kadar uzak. Eh, biz insanlar, aklımız sayesinde her bir şeyi düzelteceğiz lakin üzerinde yaşadığımız küreyi –ne yazık ki– düzeltme şansımız yok. Olsaydı, ne iyi olacaktı ama yok.

Bir an düşünün: Dünya kusursuz bir Platonik küre olsaydı…

Üzerinde de yine şimdiki kadar su olsaydı, yeryüzünün her yeri eşit derinlikte okyanuslarla kaplı olacaktı. Eh, haliyle denizde meydana gelen canlılık çıkacak bir kara bulamayacak… Dünyanın biçimsiz olduğunu düşünen astronomumuz dünyaya gelemeyecekti.

Astronomumuz, kendisinden önceki bütün nesillerin çektiği bütün ıstırapları bir kalemde ortadan kaldırmaya memur bir nesle mensuptu. Dolayısıyla kendisini bu kutsal vazife için kurban etmekten memnun bile olabilir. Ama ona kusurlu küreleri kusursuzlaştırmayı ilham eden Platon da dünyaya gelemeyecekti. Platon’u değişmez, kusursuz bir âlemin baştan çıkarıcılığıyla baştan çıkaran Parmenides de dünyaya gelemeyecekti.

***

Uzatmayayım.

Bir: Kusursuz küre doğurgan değil ama kusursuz olmayan küre doğurgan. Platonik olan hiçbir şey doğurgan değil. Dolayısıyla Platon ve onun vazettiği her şey, sadece insanlığa değil, bütün mevcudata hasım. Bütün kıymetini sadece ancak zihinde oluşturulabilen kavramlardan alan, ilhamı Platon olan her şey, bütün mevcudata hasım. Parmenides, insanlık tarihinin gördüğü en büyük ikinci budala. Birincisi kim derseniz, elbette Platon derim. Parmenides haydi saçma sapan şeyler söylemiş. Ama onun dediklerinin ne kadar zırva olduğunu fark edememek için ondan da budala olmak gerekiyor.

İki: Kendisini, kendisini aşan bir takım muhayyel, mutasavver hayaller için kurban edebilecek olmak, öyle veya böyle, Platon’la akraba. Bütün gelecek nesiller için bir şeyler yapmaya kalkmak da… (Yanlış anlaşılmasın, hayal kurmaya ve başkaları için bir şeyler yapmaya asla karşı değilim. Aksine… Ama kurulacak hayalin referansı herhangi bir mutasavver düzen oldu muydu, hayalin sahibi bir tehdittir. Ayrıca her nesil, kendi problemlerini kendisi çözmesin mi yani? Neyle meşgul olacaklar onca uzayan hayatları boyunca?)

***

Avrupalılar Platon’a bayıldılar. Nesiller boyunca Platonik hayaller kurdular. Bazılarını gerçekleştirdiler de… Ama bazı alanlara Platon’u hiç sokmadılar. Politikaya ve futbola mesela…

Gerçi Hitler bir dönem Platonik bir politika üretti. Ama o dönemin Almanya’sı dışında, Avrupa’da politika, basit ve biçimsiz insanların, herhangi bir filozofun üst otoritesinden bağımsız, mutabakattan başka hiçbir dayanağı olmayan kurallar çerçevesinde yürüttükleri, müsrif ve biçimsiz faaliyeti olageldi hep.

Bize uymaz. Uymuyor zaten. 12 Eylülcülere hiç uymadı.

Modernlik, bana göre, bir din. Diyebilirim ki, peygamberi Platon olan bir din. Mühtediler, her vakit, dinin müelliflerinden daha bağnaz olur. Türkiye’nin bütün kesimleri de, bilerek veya bilmeyerek, modernlik dinine geçeli çok oldu. Bazıları mesela, kendilerini Müslüman zannediyorlar ama hepimiz modernleştirildik ve kendiliklerinden modernleşenlerden, modernliğin müellifi olanlardan çok daha bağnazız. Dolayısıyla politika ve futbol da dâhil her alana Platon’un gözleriyle bakmakta bir beis görmüyoruz.

Sistemin Erdoğan’a panzehir üretemiyor olması, en çok bundan. Çünkü kimse onun kadar yobaz bir Platoncu değil ama herkes Platoncu. Herkes Platonculuk minderinde dövüşüyor ve kimse bu işi Erdoğan kadar ölçüsüzce yapamaz.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin