Ahlak ve İslam
Kızkardeşim, Birikim’de Tanıl Bora’nın Mücahit Bilici ile yaptığı bir söyleşiye dikkatimi çekti (http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8497/mucahit-bilici-yle-soylesi-istibdad-her-zaman-riyakarligi-milli-bir-spor-haline-getiriyor#.WbePRMhJa70). Herhalde son yazdığım yazıda devlet ile ilişkim hakkında söylediklerim yüzünden diye düşündüm.
Söyleşi kışkırtıcı, okunmaya değer. Ama kendi hesabıma, son derece sıkıntılı birçok noktası var. Bugün biri üzerinden gideyim. Bilici bir yerde diyor ki…
“Dindar bir ortamda büyüdüm. Eskiden din olmadan ahlâkın olamayacağını düşünürdüm. Bu, ahlâkı dinin içinden öğrenmiş insanların tipik bakış açısıdır. Hem masum hem de çok naiftir. Çok sonra bunun yanlış olduğunu, vicdan ve fıtrat kavramlarının evrensel bir ahlâk anlayışı için temel oluşturduğunu fark ettiğimde anladım. Bugün ise dindarların baskı sonrası talan ve iktidar ile imtihanlarının ortaya koyduğu tecrübelere bakarak kimi insanlar gibi ben de dinin ahlâkla otomatik bir ilişkisinin olmadığını düşünmeye başladım. Hatta dindeki hakikate sahiplik ve kurtuluş yoluna girmişlik psikolojisinin ahlâklı olmaya engel olduğunu bile düşünmeye başladım. Bu dindarların ahlâklı davranmadığı anlamına gelmiyor. Dindarların iyi davranışları (ve ahlâkilikle örtüşen ve arzulanır davranışları) ahlâkilikten değil de dindeki iyilik veya sevap saiklerinden kaynaklanıyor. Bu açıdan dindar olmayanların ahlâki davranışlarının dindarların dinî sevap saikiyle giriştiği aynı ahlâki davranışlardan daha ihlaslı (hesapsız, çıkarsız) olduğunu bile söylemek mümkün.”
Genel olarak bakıldığında, bereketli bir metin. Birçok zihindeki konforlu burçları hedef alan çok sayıda mermi arka arkaya sıralanmış. Yine de sıkıntılı. Neden sıkıntılı buluyorum? Uzak bir noktadan başlayayım.
Güzelbahçe’de her sokakta, belki de onlarca sokak köpeği var. Belki üç evin birinde de bir ev köpeği. Akşamüstleri onlar da sokağa çıkıyorlar genellikle. Ve genellikle kavgasız, gürültüsüz yaşıyorlar. Çünkü evcilleşmişler. Sokak köpekleri bile evcilleşmiş. Onları evcilleştirmeyi kasteden bir irade olmadığı halde, muhtemelen birbirlerini evcilleştirmişler. Köpek dediğimiz türün alışılageldik, beklendik davranışlarını sergilemiyorlar.
İnsan, insanoğlunun evcilleştirdiği galiba ilk tür. Biz evciliz. Birbirimizi, yani kendimizi evcilleştirmişiz. Ne vakit başlamış bu süreç, bir fikrim yok. Ama diğer memeli türlerinin genel sosyal dinamikleri ile kıyaslandığında, insan türünün sosyolojisinde gözle görülür bir fark var. İnsan iyi.
İnsan iyi derken, insan türünün fıtratıyla alakalı bir şeyden söz etmek ne kadar doğru, bilmiyorum. İnsanoğlunun Doğru Afrika savanlarında zuhur ettiği ilk dönemde, muhtemelen en büyük düşmanı başka insanlardı. Nasıl vahşi tabiatta köpeklerin, özellikle de erkek köpeklerin en büyük düşmanı diğer erkek köpekler ise… Dolayısıyla insan, özü icabı başkalarına, başka insanlara zarar vermemek üzere programlanmış bir varlık değil. Genetik kodu öyle değil. Fıtrat derken eğer böyle bir özden söz ediliyorsa, yanlış yani. Yok eğer fıtrat derken, bir potansiyel olarak başkalarına zarar vermemeyi öğrenme, yani evcilleşme kabiliyetinden söz ediliyorsa, evet insanın evcilleşebilir bir tür olduğu, evcilleşmiş olmasından belli.
Ama evcilleşmek, ahlaki davranmak, hesapsız, çıkarsız bir tercih değil. Ne dindarlar için ve ne de dindar olmayanlar için. Son derece aşikâr bir hesap, bir menfaat var ahlaklı davranmakta.
Freud “medeniyet hazzın ertelenmesinin ürünüdür” mealinde bir tespit yapmıştı. Gösterişli bir tespit ama bence eksik. Medeniyet, hazzın ertelenmesinin ekstra haz kaynağı olabileceği bilgisinin kurumsallaşmasıdır bence. Ahlaklı davranmakla şu an, şurada elde edebileceğimiz bir şeyden feragat ediyoruz, elde etmeyi istediğimiz bir şeyden feragat ediyoruz, ah ne kadar iyiyiz filan gibi bir durum yok.
Hani serotoninin korunumu kanunu varmış, âlemde sınırlı ve sabit serotonin stokları varmış, birileri fazla alırsa diğerlerininki eksilecekmiş veya biz biraz feragat edersek başkalarının hissesi artacakmış filan gibi düşünmenin temeli yok. Sizin için bir şey yaptığımda, sırf sizin için bir şey yapmış olmakla serotonin üretimim artabiliyor —ve artıyor. Dindarsanız artıyor, dindar değilseniz artmıyor —veya tersi— gibi bir durum yok. Dindarların biyolojisi dindar olmayanlardan farklı değil.
Ve bugün yaşadığımız her şey, onları yaşayan organizmanın biyolojisinden ibaret. Biyolojik devrelerimiz farklı olsaydı, bambaşka şekilde gelişecekti her şey. Ama —bir defa daha vurgulama ihtiyacı hissediyorum ki— o biyoloji durağan, sabit bir kod değil, durmaksızın değişen, kendi değişme potansiyelini gerçekleştiren, olabilirliklerinin arasından her an birini seçip gerçekleştiren bir kod.
İnsan türünün yeryüzünde zuhur ettiği tarihin ne kadar yeni olduğuna, yavaş işleyen evrim saatine kıyasla çok ham olduğumuza filan işaret edilip duruluyor. E, evet! Öyle. Çok yeniyiz. Ama defalarca işaret ettiğim Belyaev deneyi de gösteriyor ki, evrim bizim zannettiğimiz kadar yavaş çalışmak zorunda da değil. Bizim türümüzün özelinde, görülüyor ki, çok hızlı, evrim saatine göre beklenmeyecek kadar hızlı değişen bir şeyler var. Kaldı ki, işin bir de epigenetik tarafı var. Bunlardan, şu veya bu biçimde, defalarca söz ettim, tekrarlamayacağım.
Netice itibariyle, yeryüzüne geldik, kendimizi evcilleştirdik, ahlaklı davranmaya başladık, hepimiz kazandık. Daha ahlaklı davranmaya başladık, daha çoğumuz, daha çok kazandık. Bizim geçtiğimiz süreçlerden geçmeyen başka memeli türleri var. Hepsinde her doğum, hemen hemen yüzde elli-elli ihtimalle erkek veya dişi gerçekleşiyor. Ama yetişkin nüfusun kahir ekseriyeti dişi oluyor, çünkü erkekler, küçük yaşlarda dövüşe dövüşe birbirlerini öldürüyor. Hani öyle, “kendi türüne karşı bu kadar vahşi olan başka tür yok” filan geyikleri yapılıyor ama gerçeklik öyle değil. Üstelik, mesela İstanbul kadar bir alana birkaç milyon zürafa paketlemeye kalkın da görelim neler oluyor?
İnsan iyi. Giderek daha iyi oluyor.
İnsan türünün yeryüzündeki macerasında, bir yanda dinler var, bir de onlardan bağımsız yürüyen başka kanallar var filan gibi bir durum da yok. Dinler, insanın iyileşme sürecinin temel taşıyıcı kolonlarından biri oldular. Dindışı gördüğünüz/gördüğümüz alanlar bile dindışı değil. Hiç olmadı. Dini ve dünyayı ayırt edenler, genellikle başka bir din adına, hedef aldıkları dini kuşatma çabası içinde yaptılar bunu.
Bilici, yukarıda alıntıladığım kısmın devamında diyor ki…
“Zira konu ahlâkın civic/medeni bir mesele oluşunda düğümleniyor. Din insanın kendi Rabbiyle olan ilişkisi ise ahlâk insanın kendi komşusu ile olan ilişkisidir diyebiliriz. Bu örtüşmeyi en net dikkat çekenlerden biri Durkheim’dır. Rousseau, Locke veya Hobbes gibi bireyin doğuşuyla ortaya çıkan yeni siyasal formun ilahiyatını yapanlar bunu toplumsal akitleşme üzerinden anlattılar. Toplumsal sözleşme medeni bir dindir ve yurttaşlık bir nevi imandır. Ahlâkı insanın insanla temasının ürettiği hem bir ihtiyaç hem de normatif bir toplu dua/dilek olarak gördüğünüz zaman dindarlığın dışında ve üstünde bir ahlâkın inşa edilme lüzumunu teslim etmeye başlarsınız. Bu noktada “erken Cumhuriyet döneminde, laisist çerçevede, ahlâkı dine hasretmemek gerektiğini savunanlar”ın haklı olduğunu ve dinin kendisinin de “medenileşme” oranında aynı şeyi söyleyeceğini düşünüyorum. Biz İslâmın Türkiye’de henüz medeni, yani modernlikle organik olarak yüzleşmiş halini görmüş değiliz. İslâm köyden en fazla kasabaya inmiştir. Mesela, demokrasi konusunda şehirli ve ilerici olan Said Nursi, kadın konusunda köylü ve muhafazakâr kalmıştır.”
Din insanın kendi Rabbiyle olan ilişkisi filan değil. Dinler dünyevi şeyler. Dünyayı düzenlemek gibi bir fonksiyonları var, öbür dünyayı değil. Din, insanın kendisiyle, diğer insanlarla ve diğer mahlûkatla ilişkisini düzenleyen bir bilgi sistemi. En başından beri öyleydi ve hep öyle. Dini “o senin Rabbinle ilişkin” diyerek bir çerçeve içine almaya çalışanlar, Bilici’nin de söylediği gibi, aslında, “artık bizim dinimiz toplumsal sözleşme” diyenler. Bugün yaşadığımız karmaşa da, büyük ölçüde, Türkiye’de İslam’ı çerçevelemeye kalkmış olanların, kendi inanç sistemlerinin bir din olmadığı riyakârlığını uzun süre sürdürmüş olmalarından kaynaklanıyor. Hâlâ da dinlerin dışında ve dinlerin üstünde imtiyazlı bir alan talep ediyor pek çoğu.
Dindışı bir alan yok. Çünkü din, son kertede, sahip olduğumuz bilgiyi örgütleyiş tarzımızdan gayrı bir şey değil. “Ama olur mu, bilimin üstünde bir otorite yok, dinler vahiy ürünü olduklarını söylüyor” filan gibi itirazların hiç manası yok. Bilimsellik diye pazarlanan metodoloji, nesnellik, lineerlik, çizgisellik filan gibi bir dizi ön kabule yaslanır ve bu ön kabullerin hiçbiri, tanımı icabı, bilimin konusu olamaz —kavramsal olarak vahiyden farkları yok yani. Öte yandan, vahiy ürünü olduğu söylenen dinler, tarihlerinin hiçbir döneminde, yaşanan gerçekliğin gözlenip düzenliliklerin keşfedilmesine ve o keşfedilen bilginin vahye eklemlenmesine mani olmadılar —olanlar, eklemlenmeyi beceremeyenler yok oldu.
Dindışı bir alan yok. Ortada dinler var. Bir yığın din. Hıristiyanlık, İslam, pozitivizm filan gibi dinlerden söz etmiyorum sadece. Ortada bir yığın İslam var. Ve hepimizin ortak bir macerası. Bilmem kaç on bin yıl önce başlamış, sürüp gidiyor olan bir macera. Değişiyoruz, dünyayı değiştiriyoruz. Endişeleniyoruz, ümitleniyoruz, heyecanlanıyoruz, heyecanımızı kaybediyoruz, öğreniyoruz, unutuyoruz… Bir yolda gidiyoruz. Yol yok aslında, yolumuzu açıyor, gidiyoruz. Din, yolu açmak için kullandığımız araçlardan biri.
Küstah ve kibirli 19. Yüzyılda, Whitehead “19. Yüzyılın en büyük buluşu, buluş tekniğinin bulunmuş olmasıdır” demişti. Aslında öyle bir şey olmamıştı ama —bütün önceki yüzyıllardan çok daha hızlı olması yüzünden— 19. Yüzyılın başı dönmüştü. Bugün hâlâ o baş dönmesinin yol açtığı savrulmaları dengelemeye çalışıyoruz. Ve Whitehead’lerin hayal bile edemeyecekleri kadar çok şey öğrenmiş olduğumuz, onların bir an bile katlanamayacakları hızları tecrübe ediyor olduğumuz halde, onlardan çok daha olgun ve ahlaklıyız. Çok mesafe kat ettik. Ama hâlâ, yerli yersiz, 19. Yüzyılın manasız kavramlarını kullanıyoruz. Bilici’nin yaptığı gibi.
Bizim Rabbimizle bir ilişkimiz filan yok. Bütün ilişkilerimiz kendimizle, diğer insanlarla, diğer mahlûkatla… Son derece karmaşık bir ilişkiler ağının içinde, hayranlık uyandıracak bir beceriyle yüzüyoruz. İyiyiz, ahlaklıyız.
Ama… Tekrarlayayım, ahlaklı olmak, bir bedeli olan bir şey değil. Daha doğrusu ahlaklı olmanın getirisi, bedelinden daha yüksek. O yüzden, o sayede, ahlak diye bir kurum hayatta kalıp serpilebiliyor. Ahlak, bir toplumun bakiyesinde, ekstra fazlaya yol açıyor. Ahlaksızlık da ekstra fazlanın zuhur etmemesine. Dolayısıyla ahlaklı toplumlar, ahlaksız olanlara kıyasla daha çok zenginleşiyorlar aynı zaman diliminde. Her manada… Yani sadece maddi zenginlikten söz etmiyorum. Eğer evinize gelen tesisatçı işini ahlaklı bir biçimde yapıyorsa, bilmediği şey için “kusura bakmayın ben bu işi beceremem” diyebiliyorsa söz temsili, işleriniz yolunda gidiyor. Sadece ödediğiniz paranın karşılığını almış olmakla kalmıyorsunuz, akşam tesisat yine çuvallamadığı için asabınız bozulmuyor, filan.
Dindar bir tesisatçı, “Allah bizi görüyor” diyor ve işini iyi yapmaya çalışıyordu. Ama işini iyi yapmak için “Allah bizi görüyor” diye aklına getirmesi şart da değildi. Sizin çaresizliğinizi görüp, size çare olmakla da kendi serotonin salgısını artırabildiğini muhtemelen biliyordu. Öyle, pratikle durmaksızın teyit edilmiş olmasa, “Allah bizi görüyor” kabulünün hayatta kalması olacak iş değil. Dindar olmayan bir tesisatçı, sadece o motivasyonla bile işini iyi yapabilirdi zaten. Bunlar birbirini dışlayan setler değil, örtüşen setler.
Mesele şu ki, “sizin dininize ihtiyacımız yok” diyenler, bizim birbirimizle oynamamıza da izin vermediler. “Sizi gözleyen bir Allah yok ve lazım da değil” demekle kalmadılar, “biz sizi gözlüyoruz” dediler. Toplum ancak, Allah yerine bütün topumu gözetleyen bir merkezi otorite inşa edilebilir ve o otorite tarafından yönetilir ise işler gibi manasız bir varsayıma yaslandılar —hâlâ bir biçimde bu varsayımın muhtelif versiyonlarını kullanıyorlar. İşi yapan bizi gözetleyen bir öznenin olması değildi, iş akıl yoluyla örgütlendiğinden de gerçekleşmiyordu. İşi yapan, insanoğlunun evrimi idi ve herhangi bir öznenin tasarımına veya gözetlemesine ihtiyaç yoktu. Her şeye kadir Allah’ın yerine her şeye kadir otoriteler inşa etmeye tevessül edildiğinde, modernleşemeyip modernleştirilmeye maruz kaldığında, toplumun örgütlenmesinin iç bağlantıları koptu. O toplumun ürettiği dindarlar da işte, görüyorsunuz, her şeyi gözetleyen Allah’a ihtiyaç bırakmayacak şekilde her şeyi gözetlemeye, her şeyi yapan Allah’a ihtiyaç kalmadan her şeyi yapmaya kalkıyorlar. Bunların dini İslam filan değil, modernlik. Sonra da Bilici, sanki bu zevat Müslümanmış da, ahlakları İslami imiş de filan gibi konuşuyor.
İslam’ın dünyasında, herkes bir diğerinin adımına adım uydurarak dans ediyordu —çünkü İslam’ın olmayan dünyada da, bütün dünyada öyleydi. Şimdi göğüslerini İslam’a siper etmiş olduklarına, onlar olmasa İslam’ın düşmanları tarafından anında imha edileceğine inanmamızı isteyen ahlaksızlar sürüsü, bütün adımlarını, aralarındaki en ahlaksız olan Reislerine göre atıyorlar.
Meselemiz bu.