Akıl ve Ahlak
Zamanın birinde televizyondaki bir tartışma programında, daha önce görmediğim birine denk geldim. Aklı başında laflar ediyordu. Tanıyabileceğini tahmin ettiğim arkadaşlarımı aradım ve Murat Yılmaz’ı bir kenara not ettim.
Aradan bir hayli vakit geçti. Zatıâlileriyle tanıştım ve sonra birkaç programda daha denk geldim. O ilk gece kendisini bir kenara not etme ihtiyacını nasıl hissetmiş olabileceğime mana veremez hale düştüm. O gece ya Yılmaz sarhoştu, ya benim başıma bir şey düşmüştü veya… Küçük bir ihtimal, aradan geçen birkaç yıl içinde Yılmaz değişti.
Dün gece CNN Türk’te Şirin Payzın’a bile katlanmayı göze alarak, dişe dokunur laf edebileceğini ümit ettiğim iki kişiyi izlemeye çalıştım. Payzın’a katlanmak sahiden zor oldu ama Yılmaz’a katlanamayıp kapattım.
İmdi efendim, “gerçekliği görmemiz gerekiyor” ifadesine katılıyormuş sayın Yılmaz. Ama gerçekliğin şöyle tarafları da varmış: PKK da hiç masum değilmiş. Kürt gençler hoş görülemeyecek işler yapıyorlarmış. Bölgenin uluslararası dinamikleri değişmişmiş. Ve saire, ve saire… Netice? Her şeyi de getirip hükümete, Yılmaz’ın sevgili AKP’sine bağlamamak gerekirmiş.
***
Bu zevatın bu akıllarla herhangi bir sınavı başarması, mesela üniversitede herhangi bir bölümü kazanması imkânsız. “İyi ama,” diyebilirler bu akıllarla mesela, “birden çok cevap şıkkı vardı ve hangisinin doğru olduğu da belli değildi. Benim attığım tutmamış, başarısızlığı sadece benimle açıklamaya kalkarsanız gerçekliğin sadece bir yönünü görmüş olursunuz.” İyi de sınavları kazanmışlar, okumuşlar filan. Nasıl olmuş? Anladığım odur ki, Gülen çetesi bunlara cevap anahtarlarını vermiş. Bunlar da başarı denen şeyin öyle elde edildiğini zannetmeyi sürdürüyorlar.
Yılmaz’a değil, size tane tane anlatayım (onun anlamayacağını artık anladım):
(1) PKK diye bir terör örgütü var ve silah bırakmamak için çok şeyi göze alabilirler. Çünkü o terör örgütünün tepesindeki sekiz-on kişi için, mevcut şartlarda sadece iki seçenek var: Ya dağda bey gibi itibar sahibi olarak yaşayacaklar veya müebbet hapse mahkûm olacaklar.
Problemi çözmek isteyen ya o sekiz-on kişiye razı olacakları alternatifler sunacak veya onları ortadan kaldırmanın yolunu bulacak. Genelde devlet ve özelde de devlet aygıtını millet adına işleten hükümet, bu problemi çözmek istemiyorsa sorunlu, çözmek için lazım geleni yapamıyorsa başka biçimde sorunludur. Suçu PKK’ya, HDP’ye, merkez medyaya (o artık her neyse), bana, dolara, kışa filan atarak kurtulamaz. Ben problemin çözülmesini istemiyor bile olabilirim mesela ve fakat, seçenekler arasındaki doğru seçeneği bulmam nasıl benden istendiyse, burada da çözümü bulup uygulaması beklenen siyasi iktidardır. Soruyu hazırlayanın seçenekler arasına beni şaşırtacak çeldiriciler yerleştirmesi, benim cevabı bulamamamın mazereti olmaz.
(2) PKK denen terör örgütü, bölgenin değişen dinamikleri sayesinde, belki de en zayıf sosyal desteğe sahip oldukları dönemde, tarihlerinin en yüksek uluslararası desteğini ele geçirdiler.
Devlet ve hükümet zaten bahse konu olan problemi sadece bölge halkının menfaati için değil, PKK denen savaş makinesinin düşmanlar tarafından kullanışlı bir aygıt haline gelmesine mani olmak için çözmeliydi, her şeyden önce… Eğer bölge dinamiklerinin değişiyor olduğunu fark edememişseniz, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık koltuklarında oturmanız, stratejik araştırma yapıyoruz diye kostaklanmanız sadece komik olur. Size gülerler –ve zaten gülüyorlar da– ama sizin komik halleriniz bizim için acı kaynağı oluyor. Kaldı ki bölge dinamiklerini, neticede PKK’nın elverişli bir ihanet örgütü hale gelmesine yol açacak şekilde değiştiren de sizsiniz.
(3) Bölgesel dinamikler değişiyordu ve değişiyor. Değişen dinamiklere göre Türkiye’nin düşman sayısı hızla artıyor ve –dost demeyelim– müttefik sayısı hızla azalıyor.
Rusya Türkiye’ye, Antalyalı gençler Rus kızlarını düşürüyorlar diye düşman olmuyor. ABD Türkiye’ye, Türk halkı Amerikan düşmanı olduğundan düşmanlık yapmıyor. İran Türkiye’ye, ben İran altınlarının üzerine yattım diye düşman olmuyor. Düşmanlarımızı azaltmak hususunda bizim hiçbir –ama hiçbir– enstrümanımız yok. Hükümetin var. Sadece hükümetin ve –elbette Erdoğan’ın– var.
Neticeten…
Dünyanın her normal ülkesinde, olup bitenlerden hükümet sorumlu tutulur. Türkiye’de de hep öyle oldu. Hep? Yani bu AKP’liler hükümet olana kadar.
Daha önce defalarca yazdım, tekrarlayayım. PKK silah bırakırsa, bunlar terörü bitirmiş olacaklar. Kürt gençleri seslerini çıkarmazlarsa, bunlar Kürt meselesini çözmüş olacaklar. Amerika düşmanlık yapmazsa, bunlar bütün bölgeyi tanzim edecekler. Murat Yılmaz filan da strateji üretmiş olacak. Canım benim.
Daha da neticeten…
Bu zevatın tamamının cevap anahtarlarını önceden almış olduklarından artık şüphem yok. Akılları konusunda bir tereddüdüm kalmadı yani. Eh, akıl dediğin şey öyle eşit dağıtılan şey değil, bunların hissesine de bu düşmüş, ne yapalım.
Ama…
Ahlak diye de bir şey var kardeşim.
***
İlgili programda biri dedi ki mealen, “Tahir Elçi, nesli tükenmekte olanlardan biriydi ve vakti gelip yine masaya oturulduğunda, Elçi’nin yokluğunu hep birlikte acı içinde hissedeceğiz.” Sonra da, bölgedeki onca güvenlik görevlisinin Elçi’yi nasıl olup da hayatta tutamadığını sormak gerektiğini söyledi. Normal bir ülkede, normal ve ahlaklı bir iktidar ve o iktidara akıl veren normal ve ahlaklı stratejistlerin meseleye böyle bakması gerekir. Ama burada işler öyle yürümüyor. Zaten de beni işin sadece burası ilgilendiriyor. Normal bir ülkede meseleye böyle bakılır ve ülkeye zarar vermek isteyenlerin Elçi’yi ortadan kaldırmak isteyecekleri önceden düşünülür. Evet düşünmek diye bir fiil var. Koltuk kapmak, cebini doldurmak, yalan söylemek, manipüle etmek, suçlu aramak, mazeret üretmek filanlardan ibaret değil dünya.
Aynı programda aynı analist, “çok kısa süre sonra çok geç olabilir” dedi. Bence artık zaten çok geç. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı, Davutoğlu’nun Başbakan, Yılmaz gibilerin de strateji analisti olduğu bir ülke için bu kadar avans bile şaşırtıcı zaten.
***
Gelelim HDP’ye…
7 Haziran öncesinde, HDP’nin zaten çok önemli bir iş yapmış olduğunu ama barajı geçerse başının Kandil’le (veya İmralı’yla veya her ikisiyle) belaya gireceğini tahmin ettiğimi yazmıştım. 7 Haziran sonrasında –AKP’nin beslemelerini saymıyorum– Başbakanlık koltuğunda oturan zatın ta kendisi, kendisine direktifleri sunan reisiyle birlikte, PKK ile bir olarak HDP’yi çapraz ateşe aldılar. HDP HDP idiyse, buradan bir çıkış yolu bulmalıydı. Bulamadığı için HDP’yi eleştirdim, eleştiriyorum.
Ama…
HDP hiç olmayabilirdi. Olduğu halde başarılı olamayabilirdi. Başarılı olup hain olabilirdi ve olabilir. Yani HDP’nin başarısızlığını AKP’nin olanca ağırlığıyla HDP’nin üzerine çökmesiyle açıklamayacağız ama AKP iktidarının Kürt meselesini çözememesini HDP’nin tam da AKP’nin istediği gibi davranmamasıyla açıklayacağız. Bu nasıl bir ahlaktır?
Normal bir ülkede, bu kadar yakıcı bir problem varken, memleketin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı koltuklarını işgal eden zevat, onlara akıl verenler, HDP ile PKK arasında dolaysız bağlantılar apaçık olsa bile, sırf bu yakıcı problemin çözümü için bir ışığı korumak adına, HDP’yi PKK’dan ayırırdı. Ayrı tutar, mesafeyi olduğundan da büyük gösterirdi.
Sen Fenerbahçe olarak mesela Bayburtspor’a karşı hakemleri filan da yanına alıp çıkacaksın, “e, ne yapalım, hakemleri de yenseydi” diyeceksin, sonra diyelim Molde karşısında hüsrana uğrayınca “ulan hıyar Bayburtsporlular bize destek olmadılar” diye ağlaşacaksın…
Sahiden merak ediyorum, bunların anne babaları bunları nasıl yetiştirmiş? “Bak yavrum, ahlaklı olmak şöyle bir şeydir” filan diye hiç mi konuşulmamış bunların evlerinde?