Anahtar ve Maymuncuk
Kızıma söyledim, size de söyleyeyim…
Bana öyle gelir ki, Almanlar her kapıyı açacak bir maymuncuk arayıp dururlar. İngiliz/Amerikalılar ise bellerinde bir yığın anahtarın takılı olduğu kocaman bir askı taşımaktan rahatsızlık duymazlar. Her kapı için ayrı bir anahtar… Her biri ilgili olduğu kapıyı açmayı sürdürsün, mesele yok. Her birinin ayrı ayrı bakımını yapalım, kilide daha sürtünmesiz girmelerini, daha kolaylıkla açmalarını sağlayalım… İş bu. İşimiz bu.
Fransızlar?
Onlar arada bir yerde. Her bir kapı için ayrı bir anahtar olmasından bir şikâyetleri yok da, şöyle, ihtiyaç duyulan anahtarı ihtiyaç duyulduğunda kolaylıkla üretmeyi sağlayan bir anahtar imalat tezgâhı olsa, ne iyi olur.
Biz?
Bize gelmeden önce söylemekte fayda var. Bu tür genellemelerin ne kadar riskli olduğunu biliyorum. Kaldı ki yukarıdaki genellemeyi yapmak için kâfi gözlemim, kâfi bilgim olduğunu hiç iddia edemem. Ama Almanları, Fransızları, İngilizleri okurken hissettiğim şeye bir isim vermek zorunda kalırsam, o hissi tarif etmek zorunda kalırsam dilimin ucuna yukarıdaki gibi bir tasnif geliyor. Böyle bir tasnifte günümüz Amerikalılarını İngilizlerin yanına koymakta zorlandığımı da ekleyeyim.
Bizim —üstelik sadece bizim değil, bütün modernleşememiş de modernleştirilmiş olanların— durumumuz iyice trajik. Bizim Aydınlanmacılarımız, ellerindeki anahtara uygun kilit aramakla, kilitleri o anahtara uydurmaya çalışmakla malul.
Beyhude çaba…
***
Almanlar derken bütün Almanlardan söz etmiyorum elbette. BMW fabrikasında tasarım işiyle uğraşan Alman mühendis, ürettiği otomobilin rekabet avantajı sağlamasına yardımcı olabilecek şeylerden bir tekini problem etmiş, ürettiği şeyi rafine etmeye çalışmakla meşguldür. Düsseldorf’un trafiği konusunda bile hiç kafa yormamış olabilir.
Almanlar derken Kant’tan, Hegel’den, Nietzche’den, Wittgenstein’dan (daha doğrusu Wittgenstein’ın Tractatus döneminden), Einstein’dan, Heisenberg’den, Schrödinger’den, Böll’den, Hitler’den filan söz ediyorum.
Fransızlar derken Descartes’ten, Poincare’den, Sartre’dan, Lévi-Strauss’dan, Foucault’tan, Balzac’dan, Gidé’den, De Gaulle’den, Mitterand’dan, İngilizler derken de Newton’dan, Darwin’den, Hume’dan, Bacon’dan, Locke’dan, Churchill’den söz ediyorum.
Özellikle Newton’un, bütün kapıları açacak bir maymuncuk fikriyle tamamen alakasız olduğunu öne süremem. Ama o maymuncuğa ulaşmak uzun süre alacaktı, şimdiki iş, şu kapıyı açacak anahtarı yapmak. Onu daha iyi işler hale getirmek.
Bizim kafa yoranlarımız, okudukları, bildikleri her kimse —o ister Kant ister Descartes olsun, ister Einstein ister Darwin olsun— onun âlemin sırrını çözmüş, maymuncuğu yapmış olduğu varsayımıyla işe başlıyor, sonra da o maymuncukla açılacak kilit arıyorlar. Eğer ellerinde kudret varsa, o kudreti, kilitleri maymuncuğa uydurabilmek için seferber ediyorlar. Eh, kilitler direniyor. Direnebilenler direniyor. Kalanları bozuluyor. Neticede hiçbir kapı açılmıyor. Eğer ellerinde kudret yoksa, “ah ulan ne güzel maymuncuğum var ama bu memleketin kilitlerinde iş yok, şöyle Paris’te doğmuş olmalıydım ki” diye ağlaşıp duruyorlar.
Memleketin başı, bu yüzden dertte. Kafa yoranları beyhude bir çaba içinde olduklarından… Kilidi anlayıp onu açacak anahtarı aramaya çalışmadıklarından… Memleketin şüphesiz en önemli kıymeti olan kafa yoranların böyle imkânsız bir proje uğruna kendilerini heder etmelerinden… Uzun süredir, en önemli değerlerimizi yele savurduğumuz için yoksuluz.
Bugün?
Bugün hiç fark yok. Yukarıda sözünü ettiğim prensip açısından bakarsak bir fark yok. Birileri, ellerinde —adına İslam dedikleri, Osmanlı dedikleri, ecdad dedikleri— bir maymuncukla geldiler. Kilit açılmadı. Açılmasını bekliyorlarmış demek ki, fena halde şaşırdılar ve…
Öfkelendiler.
Prensip olarak hal bu, kronikleşmiş problemimizden pek farkı yok. Ama yeni bir yanı var problemimizin. Bir defa adına İslam dedikleri şey İslam değil. Osmanlı dedikleri şey Osmanlı değil. Tamamı uydurma. Ellerindeki maymuncuk, bildik maymuncuk. Tanzimat’tan bu yana, her kilide sokulmaya çalışılan ve hiçbirini açmayı beceremeyen maymuncuk. Ama ona bir tarihsellik filan yakıştırıyorlar. Yeni olan şey bu.
Eğer yanılıyorsam, eğer Türkiye’nin şöyle bir otuz yıllık filan bir istikbali varsa, bu süreçte adına İslam denen, Osmanlı denen herhangi bir —kudretini tarihten alan, tarihte bazı kilitleri açmış— maymuncuğun bugün, bu halleriyle hiçbir kilidi açmaya kudreti olmadığı öğrenilmiş olacak. O vakit birileri İslam’ı ve Osmanlı’yı doğru dürüst anlamaya, onları işe yarayacak şekilde törpülemeye, yerlerine koymaya, belimizdeki anahtar askısındaki yerlerine yerleştirmeye çalışabilirler mesela. Başkaları da, karşı karşıya olduğumuz kilitleri açmak için anahtar aramaya çıkabilir.
Eğer yanılıyorsam —ki umarım yanılıyorumdur— bugün yaşanan ve öğrenilenler, yaşanabilir bir yarın inşa etmek için işe yarayacaklardır.
Dün Osman dedi —o Osmanlıca söyledi ama ben Türkçeleştireyim: Ümit etmek, sahip olmaktan kıymetli. Şimdiki neslin, içinde yaşadığımızdan daha adil, herkesin —her toplum içindeki kesimlerin ve medeniyetler arenasında da her medeniyetin— kendi rolünü oynayarak katkı yapabileceği bir düzenin inşasına katkı yapabileceğini ümit etmek de, öyle bir dünyada yaşamaktan daha kıymetli.