Anahtarı Aramak
Sezen Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri dekanlığına atandığında, yanlış hatırlamıyorsam Facebook bile yoktu. Dekanlığını tebrik etmeye gittiğimde, herhalde herkese sorduğu soruyu bana da sordu, “sence ne yapmalıyız” diye. “Bütün akademik enerjinizi sosyal ağlara yoğunlaştırın” dedim. Öyle bir şey yapmadı. Öncekiler de yapmamıştı, Sezen’den sonrakiler de yapmadı. Uzun bir dönem boyunca Türkiye’nin kendi alanında en iyisi olan Anadolu İletişim, uzaktan gözlediğim kadarıyla, sosyal ağlar konusunda cahil sayılır. Diğerlerinin pek farkı olduğunu zannetmiyorum.
Neticede biz bilmiyoruz, ağlarda kim boy gösteriyor, ne amaçla boy gösteriyor, hangi frekansla, hangi kimliğiyle boy gösteriyor, ağlarla ilişkisi zamanla nasıl değişiyor, ve saire… Ağlar bizi nasıl değiştiriyor, bilmiyoruz.
Daha acısı da var, bilmediğimizi de bilmiyoruz. Tıpkı gündelik hayatımızda olduğu gibi sosyal ağlarda da, her an muhatap olduğumuz sayısız verinin içinden, kendimizi, kendi varsayımlarımızı teyit edenleri seçip, kendimiz, sosyal ağlar ve dünyanın gidişatı hakkındaki ezberlerimizi tekrarlıyoruz. Ne kadar berbat, ne kadar ahlaksız bir toplum olduğumuzu, sosyal ağların ne kadar berbat, dokuyu tahrip etmekte ne kadar müessir olduğunu gözlemleyip durmuyor muyuz Allah aşkına? Ben neler deyip duruyorum böyle? Başka bir âlemde mi yaşıyorum?
Filan.
Dün söyledim, peşinen tekrarlayayım, sosyal ağların bize neler yapıyor olduğu hususunda benim elimde de kâfi malumat yok. Üstelik Facebook’um, twitter’im filan da yok. Yani ben de biliyor değilim neler olup bittiğini. Ama daha önce televizyonun bize neler yaptığını birinci elden müşahede etmiş, o süreçte duyargaları fevkalade açık biriydim. Sonra siyasi araştırmaların bir mana taşıdığı dönem boyunca memleketin dört bir yanında sayısız araştırma tasarladım, yönettim, değerlendirdim ve yorumladım. Yani bizi az çok biliyorum.
Dahası, toplumların –her bir atomu bütün olabilirliklerini her daim muhafaza eden eşdeğer birimler olan– kusursuz gaz gibi davranmadığını, her bir bireyin hayatı boyunca sayısız seçim yaptığını ve yapılan her seçimin bir yığın olabilirliği imkân haricine çıkardığını biliyorum. Toplumların mahallelerden müteşekkil olduğunu yani… Mahallelerin mevcut olduğunu, bizi sınırladığını biliyorum ve buna şükran da duyuyorum ilaveten.
Mahallelerin içinde de bireyler tekdüze değil, mahalleler arasındaki sosyal gerilimlerin benzerleri her bir mahallenin içinde de var ve dolayısıyla mahalle dediğiniz şey, içinde kusursuz gaz olan bir şey değil. Her mahallenin marjları var ve marjların içinde kalan geniş bölgeler var.
Televizyon bu gerçeği değiştirmedi. Çok şeyi değiştirdi, daha önce başka başka gerçekliklere tabi olan mahalleleri kat eden gerçeklikler inşa etti mesela. Mahallelerin içindeki otoriteleri sarstı, kimi zaman tarumar etti. Oyuncu olma ihtimalini zayıflattı, toplumları daha kalabalık seyircilerden müteşekkil dokulara dönüştürdü. Daha bir yığın şey yaptı. Ama…
Mahalleler televizyon yüzünden değiştiyse de, toplumun mahallelerden mamul olması gerçeği değişmedi. Mahallelerin içinde ve arasında iktidar ilişkileri değiştiyse de, muhtelif iktidarların mevcut olması hali değişmedi. İktidarın kaynakları değişse de, iktidarın muhtelif kaynakları olması hali değişmedi. Ve saire…
Ve hepsinden önemlisi, televizyonla yaşamayı öğrendik. Başlangıçtaki acemiliğimiz kalmadı. Televizyon ekranında her gördüğümüze inanan saflığımız gitti, olgunlaştık. Eğer o olgunlaşma süreci olmasaydı, muhtemelen televizyon toplumları sahiden de formatlayabilecek, mahalleleri ortadan kaldırıp toplumu kusursuz gaz haline getirebilecekti. Olmadı. Olmaması, toplumun dokusunun genetik denebilecek bir takım özelliklere sahip olduğunu düşündürüyor.
Şimdi sosyal medya, bir bakıma, televizyonun uyguladığının tam aksi istikamette bir baskı tatbik ediyor. Televizyon, oyuncu olabilecek olanları da seyirci olmaya zorluyordu. Oyunculuğu zorlaştırıyor, seyirciliği kolaylaştırıyordu. Ama her toplumun asgari oranda oyuncuya ihtiyacı olduğunu, yeni şartlarda yeni oyuncular ürettiğini gördük. Sosyal medya tam tersini yapıyor, oyunculuğu kolaylaştırıp seyirciliği zorlaştırıyor. Seyirci olması gerekenleri de oyunculuğa heveslendiriyor. Toplumun azami olarak ne kadar oyuncuya tahammülü olduğunu göreceğiz gibi geliyor bana.
Yani öğreneceğiz. Öğreniyoruz aslında. Dün verdiğim misale müracaat edecek olursam, sosyal medyada mesela laiklik, İzmirlilik, Galatasaraylılık gibi mevzularda tam bir canavar kesilen biri, mesela butik oteller gibi iyi bildiği bir mevzu açılırsa, son derece sükûnetle, buyurgan olmayan bir otoriteyle sahne alabiliyor.
Bu haliyle sosyal medya, olağanüstü bir iş yapıyor. Her birimiz, eğer sosyal medya olmasaydı erişmekte çok zorlanacağımız bir yığın bilgiye, hatta bilgeliğe ulaşabiliyor, değişiyor, zenginleşiyoruz. Ve hemen her birimiz, saygı görmenin, sesine kulak verilmesinin sağladığı hazzı da tecrübe etme şansını yakalıyoruz. Mesele şu ki biz, sosyal medyanın kullanımında bu halin oranı nedir, nasıl değişiyor, bilmiyoruz. Dahası, sosyal medyanın böyle kullanımı Türkiye’de hangi seviyede, Norveç’te hangi seviyede, onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla hani problemleri sosyal medya diye bir şeye maruz kalmamıza, hangilerini Türkiye’nin haline fatura edeceğiz, onu da bilmiyoruz.
Bilmiyoruz ama bilmiyor olduğumuzu bilen, gördüğüm kadarıyla kimse yok.
***
Çizgiyi netleştirmeye çalışayım. Aynı Facebook sayfasında, aynı kişi, mesela butik oteller mevzu açıldığında bir biçimde davranıyor. Az sonra birileri Şırnak’ta bir saldırı haberini paylaştığında bambaşka bir biçimde davranabiliyor. “Ben butik otelleri biliyorum ama Güneydoğu’da neler yaşandığı hususunda kâfi malumatım yok, o konuda da bilenler konuşsun, ben dinleyeyim” demiyor. Ama bir başkası, mesela yapay akıl mevzuu açarsa, bu defa “bu beni aşar” diyebiliyor. Kimi mevzuları, klavyesine dokunmaya teşebbüs bile etmeden merakla takip ediyor, kimilerine bakmıyor bile. Bir tek kişi, dört ayrı tutum.
Gündelik hayatta, mesela bir kafede sekiz-on kişi toplandığında nasıl oluyor? Az çok benzer şeyler oluyor. Belki bir farkla. Sıcak mevzuların, ortamın tansiyonunu yükselteceği az çok belli olan mevzuların neler olduğu tahmin edilebiliyor ve onlardan olabildiğince kaçınmaya çalışılıyor. Sosyal medya, bana öyle geliyor ki, bu sosyal hassasiyeti zayıflattı.
Peki, ne oluyor? Giderek daha mı çok zayıflıyor bu hassasiyet, yoksa bir tür restorasyon yaşanıyor mu? Bilemiyorum. Ama daha önce sorulması gereken bir soru var, bana kalırsa. Belirli mevzuları konuşulamaz kılan sosyal hassasiyetin zayıflaması iyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Onlarca yıl boyunca sadece kendi mahallemizin içinde, sadece bizim gibi hissedenlerle, her birimizin aynı şeyleri söyleyip durduğu ortamlarda yaşamamız iyi bir şey miydi? Bize iyi bir şey mi yaptı o süreç? Emin değilim.
Cin şişeden çıktı. Bir daha girmeyecek. Cinle birlikte yaşamayı bilmiyoruz. Öğrenebilecek kabiliyetimiz varsa öğreneceğiz. Yoksa? Canımız yanacak.
***
Türkiye’nin harareti yüksek. Hep yüksekti de bir vakittir fena halde yüksek. Çünkü Türkiye’de yangına körükle giden bir Erdoğan var. Yangın sönerse kendisine hesap sorulacağını fark eden, ancak yangın büyüdükçe kendisini emniyette hisseden biri, olağanüstü bir kudretle donatıldı Türkiye’de. Yaşadığımız akıldışı hallerin bizim sosyal dokumuzla, sosyal medyayla filan bir alakası yok. Tekrarlayayım, sadece iki değişken, yaşadığımız halleri neredeyse tamamıyla açıklayabiliyor: (1) Kudret aşırı temerküz etti, (2) o kudret, bekası yangının büyüyerek sürmesine endeksli olan birinin elinde. Hararet biraz düşer gibi olduğunda, sabah kalkar kalkmaz ilk işi bir kucak odunla yangını beslemek olan bir Erdoğan’ın kâfi güce sahip olduğu şartlarda, mevcut hali açıklamak için başka değişkenler aramak fuzuli faaliyet.
Sezen bana kulak verseydi, Anadolu İletişimde sosyal ağların dinamikleri hakkında tezler yapılmış olsaydı, biz sosyal medya hakkında şimdi bildiğimizden daha çoğunu biliyor olsaydık, memleketin harareti düşecek miydi? Verili şartlar altında emniyetle söyleyebilirim ki, düşmeyecekti. Ama bir ihtimal, problemin sosyal medyadan kaynaklanıyor, en azından sosyal medya marifetiyle büyüyor olduğu gibi bir kanaati bu kadar kolaylıkla imal edemiyor olacaktık. Yani kaybettiğimiz anahtarı kaybetmediğimiz yerde aramaya kalkmayacaktık. Anahtarı bulabileceğimizin elbette garantisi olmayacaktı ama bulmayacağımız garanti olan yerlerde manasız aramalarla meşgul de olmayacaktık.
Biz anahtarı, homojen toplum hayallerimizin üzerine 12 Eylülcüler merkezi yapılar inşa ettiğinde itiraz etmemekle, sonra o yapıları değiştirmemekle, “oh ne güzel, eğer ben koltuğa oturursam her istediğimi yapar, memleketi güllük gülistanlık yaparım, aman bu yapıya halel gelmesin” demekle kaybettik.
Sonra o koltuklara hırsızlar, uğursuzlar oturdu. Hâlâ da hırsızları, uğursuzları konuşuyoruz, o koltukların aşırı güçlü olmasını değil.