Anal-iz
Fatih Altaylı anal-iz yapmış (https://www.haberturk.com/yazarlar/fatih-altayli-1001/2093845-koreliler-krizde-ne-yapti). Euro ve Sterlinin Dolar karşısındaki kaybını Liranın kaybından düşmüş —çünkü o “ekonomik” kayıpmış— geriye kalan ”siyasi” kayıpmış.
E neden? Çünkü Almanya’da, İngiltere’de tutuklu papaz yokmuş.
Filan.
Bu hesapça, Liranın Euro karşısındaki kaybı “siyasi” kayıp oluyor. Neden öyle oluyor? Onu anlamak için Altaylı’nın şeyinin bıraktığı “anal” izden başka bir kılavuz bulunabileceğini zannetmiyorum.
Lira değer kaybediyor. Olağanüstü bir hızla ve bütün dünya para birimleri karşısında değer kaybediyor. Mesela 23 Temmuz’da 1 Euro 5,55 lira iken, ben bunu yazarken 6,14 lira idi. Liranın Euro karşısında iki haftadaki değer kaybı yüzde onun üzerinde… Memlekette tutuklu Alman papaz filan yok. Altaylı’nın şeyine göre, demek ki, tamamı “ekonomik” kayıp olmalı ama nedense “siyasi” kayıp oluyor.
İki haftada yüzde on…
***
Ford Model T’leri yapmak üzere üretim bandını devreye soktuğunda, daha önce görülmemiş bir hızla otomobil üretmeye başladı. Şu kadar malzeme, bu kadar işgücü, şu kadar sermaye, daha önce, diyelim ayda altmış otomobil üretmeyi sağlıyordu. Aynı kaynaklar üretim bandı mantığıyla örgütlendiğinde, aynı miktar otomobili, diyelim üç günde üretmeyi sağladı.
Ne olmuş oldu? Serbest piyasacıların, kalkınmacıların lisanıyla söylersek, otomobil başına emek maliyeti onda bire düşmüş oldu. Antikapitalistlerin lisanıyla söylersek, imalatta en büyük değer yaratıcı unsur olan emeğin sömürüsü on kat artmış oldu. Doların değerine yaptığı etki açısından bakarsak, ABD Avrupa’ya kıyasla bir hayli geride olduğu bir sektörde maliyet avantajı elde ederek pazar payını artırma fırsatı buldu. İhracat artışı sayesinde iktisadi bir sıçrama imkânı yakaladı. Mukayeseli üstünlük sağladığı için de Dolar diğer paralara karşı değer kazandı.
Tek başına Ford’un yaptığı tesir elbette ihmal edilebilir seviyededir ama on binlerce Ford’un onlarca yıl boyunca birikimli tesiri…
Eh, Dolar sadece ve bilhassa Fordlar sayesinde “olduğu şey” olmadı. 1908’de Model T’leri imal etmeye başlamış Fordlarına rağmen ABD, Cihan Harbi yıllarında hâlâ bir tarım ülkesiydi. Savaş sırasında, savaşan tarafların her ikisine de fahiş fiyattan gıda ürünleri sattı, Avrupa’dan ABD’ye muazzam ölçeklerde sermaye transferi gerçekleşti. Yine bile, İkinci Savaşa gelirken ağırlıklı olarak bir tarım ülkesiydi ABD. İkinci Savaşta da Avrupa’nın gıda ihtiyacını, üstelik altın mukabili karşıladı. Savaş bitince de, dünyanın neredeyse bütün altın stokları ABD’de birikmişti. “Altınınız yok, bu şartlar altında sizinle ticaret yapılamaz” dedi, “yeni bir parasal düzen lazım” diye dayattı. Doların asimetrik statüsü o şartlar altında inşa edildi. Dünya Bankası ve IMF marifetiyle, ABD’ye borçlu olan Avrupalıların borçlarını ödeyebilecek kabiliyete kavuşması için hammadde fiyatları sınai emeğin fiyatına kıyasla düşürüldü. İçine doğduğumuz ve içinde büyüdüğümüz sistem böyle inşa edildi.
***
Ali Sabancı, bilmem hangi üniversiteye konuşmacı olarak davet edildiğinde, “çok esprili biri” olarak görünebilmek için kendisini aşırı kastığı konuşmasında, “benim elimdeki kartlar daha iyi ama siz daha iyi oynayabilirsiniz” demiş. E evet, öyle. Ford daha iyi oynadı. Mesela Sabancı’nın verdiği misale göre, bir vakitler Çoban marka bir yoğurt fabrikası satın almışlar, ellerinde şimdi sadece arazisi kalmış, değer olarak. Öte yandan adamın biri ABD’de Cobani markasıyla yoğurt üretmeye başlamış ve… Anladınız siz onu.
Sabancılar Çoban yoğurtlarını bir sıçrama taşı olarak değerlendirip Cobani’nin çok sonra yaptıkları işi yapabilmiş olsaydılar, hem kendileri ve hem de Türkiye, şimdi olduğundan daha zengin olacaktı. Türkiye’de şu anda işsiz olan —ve dolayısıyla bir değer üretemeyen— bir yığın insan, uluslararası piyasada alıcısı olan bir değeri üretiyor olacaklardı. Filan. Yapamadılar. Ben de mesela, Bilgisayar Destekli Eğitim konusunda birçoklarına kıyasla daha iyi kartlara sahiptim. İyi oynayamadım. Battım. Hâlâ borçlarıyla boğuşuyorum. Sabancı’nın başına ise benzer bir hal gelmiyor, onlar muhtemelen Çoban Yoğurtlarının arazisine imar çıkarttırıp… Bildiniz siz onu.
***
Bunca gevezeliği, “iktisadi kayıpmış, siyasi kayıpmış, nerenle analiz yapıyorsun” demek için ettim. Ve bu gevezeliklerden çıkarılması gerektiğini düşündüğüm dersleri sıralayayım:
- Eğer ABD’ye muazzam sermaye akışı olmasaydı, Ford yaptığı otomobilleri satamazdı ve dolayısıyla da başkalarının bir ayda yaptığını üç günde yapabiliyor olmasının bir faydası olmazdı.
- Eğer Fordlar başkalarının bir ayda yaptığını üç günde yapabilecek “akılları” tatbik etmeselerdi, ABD’ye şu kadar sermaye girişi olmuş, çok da manası olmazdı, ABD zengin çiftçilerin hâlâ fasulye ve patates üretip durdukları, hiçbirinin otomobil sahibi bile olmadığı bir ülke olarak kalırdı.
- Eğer Sabancı Çoban Yoğurdu batırdığında uğradığı kaybı, “devlet” denen aygıtın filanca kaynak transferleri marifetiyle telafi edebilir olmasaydı, o Çoban Yoğurdu batırmamak için dişiyle tırnağıyla uğraşırdı. Yine de batırırsa… Çocukları şimdi üniversitelerde “benim kartlarım daha iyi ama siz de daha iyi oynayabilirsiniz” filan ukalalıkları yapacak durumda olamazdı.
- Eğer Türkiye Cumhuriyeti devleti, “ama bunlar milli servet” filan geyikleriyle abuk sabuk korumacı politikaları ahaliye sokuşturmasaydı, Sabancı şimdi bütün dünyaya Çoban Yoğurt satıyor olabilirdi.
Anlaşmışızdır umarım, ortada “iktisadi kayıp”, “siyasi kayıp” diye birbirinden ayrıştırılabilir iki ayrı kayıp yok. Siyasetten arındırılabilir bir iktisat ve iktisattan arındırılabilir bir siyaset yok.
Ve…
Esas mühimi, memleketin uğradığı kaybın, Pastör Brunson denen zatın tutuklanmasıyla filan zerre kadar alakası yok. Yıllardır yığınla kişinin bıkmadan söyleyegeldiği gibi, el parasıyla memleketin her yerine lüzumlu lüzumsuz beton dökmekten gayrı herhangi bir iktisadi vizyonu olmayan ahmakların memleketin siyasetini rehin almasının bir bedeli olacaktı. Oldu. Evdeki şımarık oğlunun kumar masraflarını, şımarık kızının bilmem kaç yüzüncü çift ayakkabısını finanse etmezse karısının kendisini boşayacağından korkan beceriksiz bir adamın, “ne diyorsunuz ya, işte her ihtiyacınızı karşılamıyor muyum” edalarıyla borç alıp durmasını andıran bir hal vardı. Borç bulabilmeyi, “so-called” kredibiliteyi sürdürmeyi marifet bilen, biricik iktisadi marifeti bu olan bir aile babasının başına ne gelecektiyse, Türkiye’nin başına o geldi.
Brunson bahane. Sezer’in Ecevit’e Anayasa kitapçığını fırlatması neyse, Brunson vakası da o. Ölüm döşeğinde, sayısız makineye bağlı olarak ancak hayatta kalabilen bir hastanın, kısa süreli bir elektrik kesintisi sırasında ölmesini “elektrik kesintisi yüzünden öldü” diye açıklamak ne kadar manalıysa, Liranın ahvalini Brunson vakası veya benzerleriyle açıklamak da o kadar manalı.
Aynı elektrik kesintisinde başka kimse ölmedi, öyle değil mi!