Analitik misiniz, Holistik mi?

Ayşe K. Üskül ve arkadaşları, Doğu Karadeniz’de yaptıkları bir araştırmaya dayanarak, çiftçilerin ve balıkçıların, çobanlardan daha holistik olduklarını iddia etmişler. (Metodolojisini merak edenler, Ecocultural basis of cognition: Farmers and fishermen are more holistic than herders adlı araştırmaya http://www.pnas.org/content/105/25/8552.full.pdf+html adresinden ulaşabilirler.)

E, bizi neden alakadar ediyor? En azından şundan: Dünyaya nasıl bakıyor olduğunuz, nasıl bir sosyal organizasyon içinde yaşadığınıza bağlı. Daha analitik olduğunuz için çoban olmuyorsunuz muhtemelen, çobanlık yaptığınız için analitik oluyorsunuz. Hani “açken sen, sen değilsin” diyor ya reklam, benzer biçimde, “kendi başına sen, sen değilsin”. O beğenmedikleriniz kimlerse, onlar da kendi başlarına, her neyseler o değiller.

***

Sözünü ettiğim çalışmanın yazarlarından biri Nisbett. Zaten çalışma da, Nisbett’in daha eski çalışmalarının açtığı yolda bir başka araştırmadan ibaret. Nisbett’in bu yolu açan makalelerinden biri, Peng, Choi ve Norenzayan ile birlikte kaleme aldığı, 2001 tarihli Culture and Sytems of Thought: Holistic Versus Analytic Cognition adlı makale. (Ulaşmak isteyenler için adresi: http://www.ualberta.ca/~francisp/Phil488/NisbettHolsticAnalyticThought01.pdf)

Nisbett ve arkadaşları, antik Yunan’ın daha analitik, antik Çin’in ise daha holistik olduğu kabulünü, bir hayli didiklemişler. Hepsinin ellerine sağlık. Birçok başka şeyin yanı sıra, şunu anlıyoruz: Çinliler şeyleri, bağlamlarından koparıp incelemeye yanaşmamışlar. Buna mukabil, antik Yunanlılar, her şeyi “kendinde şeyler” olarak ele alıp, bağlamlarından koparıp, başka şeylerle ilişkilerini ihmal edip, bilim dediğimiz şeyin önünü açmışlar.

Neden böyle yapmışlar? Çünkü Çinliler âlemin ilişkiler ağı halinde olduğunu varsayıyorlarmış, Yunanlılar ise ayrık şeylerden meydana geldiğini… Bu yüzden mesela Çinliler bireyselleşememişler, kendilerini toplumun tamamından bağımsız olarak göremedikleri için. Yunanlılar ve onları takip eden Avrupalılar ise bireyselleşebilmişler, kendilerini içinde yetiştikleri toplumun bağlamından koparabildikleri için.

Ama işte yine benim kafam karışıyor: Yunanlılar kendilerini toplumun bağlamından koparabilmelerine izin veren bir toplumsal bağlam içinde yetiştikleri için, yani içinde yetiştikleri toplumsal bağlam sayesinde bireyselleşebilmiş oluyorlar. Yani her bir Yunanlının daha bireysel olması, Yunanlı olmaları sayesinde mümkün olmuş. Yani her bir bireyin kendisinden kaynaklanmamış, Yunanlılıklarından kaynaklanmış. Filan.

Eh, ayrıca, bireylerin ne olacaklarının, nasıl olacaklarının, ancak toplumsal bir bağlam içinde belirlenebileceğini de öğrenmişiz. Bağlamı iplemeyen Yunanlılar yanılmışlar yani. Ama onların bakışından bilim dediğimiz şey doğmuş/muş. O bilim dediğimiz şeyle de Yunanlıların dünya hakkında yanlış varsayımlara sahip olduklarını görmüşüz.

Görmüş müyüz?

***

Batı Avrupalılar, Süleyman’ın Viyana’yı düşüreceğinden neredeyse emindiler. Sonra artık Atlas Okyanusuna kadar, Türkleri durdurabilecek herhangi bir muhkem mevzi yoktu. Maçı kaybettiklerini düşünüyorlardı ki, mucize oldu. Türkler Viyana’yı düşüremedi. Ama Avrupalılar öyle rahat bir nefes alamadılar. Çünkü Türklerin çok geçmeden bir daha geleceğini ve bu defa Viyana’nın dayanamayacağını düşünüyorlardı.

Ellerinden, Viyana için dua etmekten başka bir şey gelmeyenlerin torunları, dedelerinden Viyana kuşatması sırasındaki çaresizliklerini dinleyerek büyüyen torunlar, kendilerini dünyanın hâkimi olarak buldular. Başarı, en az başarısızlık kadar açıklamaya muhtaç bir şey. Toplumlar başarıyı, “biz daha merhametsizdik, daha tesirli silahlar yapmıştık, rakiplerimizi yok ettik de başarılı olduk” diye açıklamayı pek tercih etmezler. Onun yerine “biz daha bilgeydik, daha güvenilir bir bilgiye sahiptik, o sayede kazandık” demeyi tercih ederler. (Sazanlığa lüzum yok, Osmanlı’nın yayılmasını da Osmanlı’nın harp gücüyle açıklamak yerine kolonizatör dervişlerle açıklamak daha yaygındır. İslam’ın sağladığı daha insani ve daha güvenilir bilgi terk edildiğinde de, çöküş başlamıştır, bahse konu olan bakış açısına göre.)

Daha önce sözünü ettim, hemen her açıklama, gerçekliğe nadiren uyan bir uydurma sürecidir. Avrupalıların kendilerini, antik Yunan’ın bilgeliği sayesinde başarılı olmuş olarak görmeleri ise, uydurmaların en uydurmalarından biri. Çünkü Avrupalılar, antik Yunan metinlerinden haberdar bile değillerken, Amerikaların neredeyse tamamını, Hindistan’ın önemli bir bölümünü kolonileştirmişler, Uzak Doğu’ya ulaşmışlardı. İşin önemli bir bölümünü yapan Portekizliler ve İspanyollar, zaten, hiçbir vakit antik Yunan metinlerine veya onlardan türetildiği iddia edilen bilime sempati de duymadılar. Ama mesela İspanyolların dize getirdiği Endülüs Emevileri, antik Yunan filozofları üzerine ciltlerle yorum yazmışlardı.

Mesele şu ki, Avrupalıların kendi başarılarını yaslayacakları başka bir bilgelikten de haberleri yoktu. Tercüme ettikleri antik Yunan metinlerine kutsal kitap muamelesi yaptılar.

Neyse…

Asıl derdim o değil. Avrupalılar dünyayı ele geçirdiler. Zenginleştiler ve… Değiştiler. Modernleştiler. Modernlik, Batı Avrupa toplumlarının sosyal evrim süreçlerinin doğal bir safhası yani. Bütün evrimleşmeler gibi Batı Avrupalıların modernleşmesi de bir “birlikte evrim” (co-evolution) idi. Mesela İngilizlerin modernleşmesi ile Fransızların modernleşmesi birbirinden farklıydı. Almanlarınki her ikisinden de farklıydı. Her biri diğerine göre, diğeriyle birlikte evrim geçirdi.

Dünyanın kalanı modernleşmedi, modernleştirildi. Japonlar, aralarından çıkan bazı modernleştirici unsurlar marifetiyle modernleştirildiler. İran öyle, Rusya öyle, Türkiye öyle. Neticede, İngiltere’nin modernleşme tarihinde, modernleştirici unsurlar yok. Ama Rusya’nın tarihinde Petro, Türkiye’nin tarihinde Mahmud, Japonya’nın tarihinde Meiji var.

***

Modernleşmek ile modernleştirilmek arasındaki fark şöyle: İngilizler, Fransızlar, Almanlar oku attılar. Okun duvara vurduğu noktanın etrafını kırmızı boyadılar. Biz Türkler, Ruslar, Japonlar ve diğerleri, oku atıp o noktayı vurmaya çalışıyoruz.

Saçmalık bununla kalsa dert değildi. Ama ilaveten şöyle oldu: Diyelim karıncalar evrimleşip daha iyi karınca oldular. Bu arada, tarihin bir döneminde, arılar, karıncaların daha başarılı olmasını içlerine sindiremeyip, karıncalaşmaya kalktılar. Önce kanatlarını kopardılar. Olmadı. İğnelerini kopardılar. Ve saire…

Özetle…

Japonların, Rusların, Türklerin, İranlıların, Avrupalılar karşısında başarısız oldukları açık. Avrupalıların antik Yunan’ın bilgeliği her neyse, o bilgelikten esinlendiği için başarılı olduğu tamamen manasız bir hikâye. Başarılı olmaya yazgılı bir genetik kodları olduğu da… Mesele, basit bir evrimsel süreçten ibaret. Bazı türler, bazı dönemlerde, diğerlerinden daha hızlı evrimleşir. Dünyanın başka yerlerinde başkalarının hızla evrimleştiği dönemlerde de Avrupalılar pek az değişmişlerdi.

Mesele şu ki, eğer Avrupa’nın dışında kalan dünya, Avrupalılaşmak yerine, kendi doğal süreçlerinde evrimleşmeyi becerebilselerdi, dünya bugün olduğundan daha zengin, daha renkli bir yer olacaktı.

Olmadı.

***

Neticeten, Avrupalılar iyi bir şey yaptı. O yaptıkları her neyse, Avrupalı oldukları için, onlara yakıştı. Avrupalı olmayanlara ise yakışmadı. Çünkü, Nisbett’in ve arkadaşlarının da, güya antik Yunan’ın izinden giderek buldukları gibi, toplumların tarihleri mühim.

Arılar evrimleşip karınca olmaz, olsa olsa daha iyi arı olur. Veya yok olur. Karıncalaşmaya özenen arı da, daha karıncalaşmış bir arı olmaz, sadece sakat bir arı olur.

Şimdi bu söylediklerimden, “ah özümüzü korusaydık” gibi bir mana çıkarabilecek olanlar olursa, pek üzüleceğim. Hele “özümüze dönmeden asla beceremeyeceğiz” filan gibi manalar çıkaran olursa… Öz yok. Herkes hep değişiyor. Değişmeyen ölüyor. Değişimini başkalarına endeksleyenler de sakat kalıyor, hepsi bu.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin