Anderson’la Başlayan
Berktay Dünya Kupası üzerinden “Avrupa kavramı”nı, daha doğrusu kavramın değişimini sorgulamış (http://serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/kim-avrupali-846951).
Herhalde yirmi yıla yakın oldu, bir maçta, Türk tarafındaki Türk oyuncu sayısı, karşı taraftakinden daha azdı ve ben de o günlerde yazıştığım platformlarda bunun üzerinden ahkâm kesmiştim. Yirmi yıla yakın olmalı, çünkü bahsettiğim platformlardan uzun süredir uzağım. Ve öyle bir maç olmuş olmalı, çünkü —maçı unutsam da— karşılaştığım manasızlıkları unutmuyorum.
Sıkıntılı bir durumdu. Çünkü uygun kavramlarımız yoktu. Ve hâlâ yok. Yeni bir şeyle karşı karşıyaydık, lügatimiz eskiydi. Şimdi artık o kadar çaresiz değiliz. Adlarını koyamamış olsak da, kavram haritamızda yeni bölgeler belirginleşti. Yeni cumhuriyetler özerliklerini ilan ettiler. Mesele tanınmalarına kaldı.
Berktay Avrupa’nın serencamını özetlerken, özcü olmayan, anti-özcü olan bir takım isimler sıralıyor. Ben de kendi hesabıma iddia edip duruyorum ki, günümüzün meselesi, özde (burada bir sırıtan surat olacak), özcülük ile anti-özcülük arasındadır. Muhtelif biçimlerde tezahür eden, muhtelif cephelerde süren bir savaş bu. Cephelerin biri de, nesiller arasında… Fransa milli takımında şu kadar Afrikalı olmasını yadırgayan biziz —açıklamaya muhtaç bir şeyler gören… Günümüzün nesilleri için öyle bir problem yok.
Peki, nasıl bir problemleri var? Mesela birileri, akışkanlığı bu kadar artmış olan dünyada, akış hızının neredeyse gözle görülebilecek kadar yükselmiş olmasını görmezden gelerek, “yeni özler” tarif etmeye —veya eski özleri yeniden tarif etmeye— çalışırken, diğerleri “öz” kavramını lügatlerinden büsbütün çıkarmış durumdalar.
***
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Porsuk’un ıslahı sırasında, şehrin göbeği sayılabilecek bir yerde, derenin ortasına yapay bir ada yapmış. Ağaçlandırmış, düzenlemiş, güzel —hikâyesi olan— bir köprüyle bağlamış ve… Unutmuş. Adayı tesadüfen keşfettim ve mühendis aklımla “değerlendirmesi gerektiğine” hükmettim. Ferruh adayı görünce, bana harika görünen bir proje geliştirdi.
Önce meselenin arkaplanını özetleyeyim. Eskişehir ciddi bir şehir turizmi destinasyonu hüviyeti kazanmıştı. Ama tabii olarak şehre gelenler hafta sonları geliyorlardı. Dolayısıyla da o talebin heveslendirdiği tesisler, sadece belirli mevsimlerde ve hafta sonlarında çalışıyorlardı. İnsanları her mevsimde ve hafta içlerinde de Eskişehir’e çekecek bir şeyler lazımdı. Ferruh şehri, balayı için değilse de Sevgililer Günü, evlilik yıldönümü, sevdiğin insanın yaş günü gibi günler için cazip hale getirecek bir proje geliştirmişti: Aşk Adası. Yukarıda sözünü ettiğim adayı bir biçimde düzenleyecek, lanse edecek ve çekim alanı haline getirecektik.
Bürokrasi anında itiraz etti. Adanın bulunduğu mahalle muhafazakâr bir mahalle idi. İnsanların eşleri veya sevgilileri ile gelip adada bir kütüğe künye çakmaları, sonra oturup birer kadeh şarapla evlilik yıldönümlerini ve/veya yaş günlerini kutlamaları mahalle sakinlerinin hoşuna gitmezdi. Oy kaybedilirdi. Ve saire…
Uzun süre uğraştık ve bürokrasiyi “işlerin tahmin ettikleri gibi olmadığına” ikna ettik. Utangaç da olsa bir lansman planlandı. O sıralarda kız kardeşim Eskişehir’e geldi. Kendisini mahalleye götürdüm. Porsuk kıyısında yürüyerek, projeyi heyecanla anlattım. Yamacın üstünde, yol kıyısında biri, bizim hızımızla yürüyordu. Anlatacaklarım bitip yamacı tırmanmaya başladığımızda bizi beklediğini fark ettim. Uzatmayayım. Mahalleli idi. Giyiminden, halinden tavrından, lisanından besbelli idi ki, evet, muhafazakâr idi. Dinlediği proje, “özde” tasvip edeceği bir şey değildi besbelli. Ama yine de heyecanlanmıştı, “ne zaman gerçekleşir” diye merak ediyordu. Bir an önce gerçekleşsin istiyordu.
Neden?
Birincisi, sahip olduğu mülkün kıymeti artacaktı. İkincisi, mahallesi şenlenecek, “herkesin bildiği” bir yer haline gelecekti. Mahallesi itibar kazanacaktı ve o da bu itibardan hissesini alacaktı.
İyi ama muhafazakârlığına ne olacaktı? Bir yolunu bulacak, onu yeniden tarif edecekti. Zaten hayatı boyunca kim bilir kaç defa öyle yapmak zorunda kalmış ve gereğini yerine getirmişti. Kızını üniversite için İstanbul’a yollarken, o Eskişehir’de arkadaşları ile birlikte bir yemeğe çıkacağını söylediğinde, yemeğe çıkarken makyaj yaptığında… Karısı “biz de bu yaz güneye gidelim” dediğinde, tatil dönüşü başörtüsünü ihmal etmeden dar bir eşofman giyip evin karşısındaki adada “spor yapmaya” kalktığında…
Daha öncekileri, çocukluktan ilk gençliğe geçiştekileri, üniversitede yaşadıklarını filan hatırlatmıyorum bile…
***
Hayat akar. Hayatın akışını maddi şartlar tayin eder. Maddi şartlar değişince her şey ona uygun olarak, aniden, bir defada yeniden kurulmaz. Topografyanın sabiteleri var —maddi şartların bileşenleri olarak. Orada bir tepe var söz gelimi ve biz ona bir isim vermişiz —tepe varsa isim veririz. Rüzgârlar tepeyi aşındırıp durur. Bir vakit sonra ortada tepe kalmasa da, ismi kalır. Bir vakitler tepenin işgal ettiği mevkiin ismi, diyelim “Bakırtepe” olarak kalır. Ortada ne bakır ve ne de tepe kalmasa da, Bakırtepe ismi kalır.
Vivian Anderson 1978’de İngiltere Milli Takımı forması giydiğinde, hayatın akışının önündeki barikatlardan biri yıkıldı. Suyun akış istikameti değişti. Daha önce o barikata çarpıp bir istikamete akan su, kendisine yeni bir yatak açtı. Yeni alanlar sulanmaya başlarken, eskiden sulanan yerler çoraklaşmaya başladı. Bir yığın şey değişti.
Hep öyle olur.
Hep öyle olduğu için Avrupa kendisini ve başkaları Avrupa’yı mütemadiyen yeniden —ve hep ötekilere göre, çünkü başka türlüsü mümkün değil— tarif etmek durumunda kaldılar.
Şimdi?
Şimdi yine öyle oluyor ve fakat… Daha köklü bir biçimde oluyor. Desem ki “öz” denen kavram tedavülden kalkıyor, herhalde fazla abartmış olurum. Ama emniyetle söyleyebilirim ki, bizim hayatımızı üzerine yasladığımız “bütün özler” tedavülden kalkıyor. Kalktı aslında…
***
Fransa Milli Takımında Cezayirli oyuncuların “oynaması” bir şeydi. Cezayirli Zidane’ın Fransa Milli Takımını “sırtlaması”, bambaşka bir şey oldu. Cezayir’deki bir yığın insan, hem Zidane, hem futbol ve hem de Fransa —yani bunların “öz”leri”— hakkındaki bütün varsayımlarını gözden geçirmek zorunda kaldı. Avrupa, Anderson’un İngiliz Milli Takımı forması giymesiyle başlayan süreçte çok şey kazandı. Eğer o süreç başlamasaydı, muhtemelen, Rusya 2018 yarıfinalinde iki Latin Amerikalı, bir Afrikalı, bir Asyalı filan oynuyor olacaktı. Ama dört Avrupalı oynuyor.
Avrupa’nın “esas” kazandıkları ise, siz de biliyorsunuz, bambaşka… O süreç başlamamış ve gelişmemiş olsaydı, bugün hemen bütün Avrupa ülkelerinde, Le Pen muadilleri ülkeleri yönetiyor olurdu. Avrupa’nın lümpen kesimleri, “özcü” olmamanın nasıl kazandırdığını, başka hiçbir mecradan öğrenemeyecekleri kadar sahih bir biçimde, futbol sayesinde öğrendiler.
Sadece Avrupa kazanmadı, o milli takımlarda oynayan “çocuklar” kazandılar. O çocuklarla duygudaşlık kurabilen “dünyalılar” kazandılar. “Dünyalılık” kazandı.
Mesele elbette sadece futbol değil, hemen her alanda benzer dinamikler işledi. Avrupalılar aynı süreçte, Kürtlerle duygudaşlık kurmayı öğrendiler mesela. Ve Kürtlerin Avrupalılara bakışı değişti. Bugün zihnin gerisinde yatanları “Implicit Assosication Test” benzeri tekniklerle ölçecek olsak, aslında coğrafi olarak çok daha izole oldukları halde, bölge Kürtlerinin İzmir, İstanbul gibi şehirlerde yaşayanlara kıyasla, Avrupa’ya —ve dolayısıyla da dünyanın bütün “öteki”lerine— çok daha “açık” olduğunu ölçeriz zannediyorum.
Yani?
Avrupa değişti. Değişirken Kürtler hakkındaki kavramlaştırmaları değişti. Kürtler buna cevap verdiler, değiştiler. Yani “şehirli/kasabalı” deyip duruyorum ya, mesele şehirlerde, hatta büyükşehirlerde yaşamakla/yaşamamakla alakalı bir hal değil. Eskişehir’in sıradan insanları, mahallelerine, Porsuk kıyısında sıcak şarap servisi yapacak mavnaların yerleştirilmesine teşne. “Başkaları” gelecek, onlara temas edecekler. O başkaları kendileri gibi olmasa da, makbul. Aynı Eskişehir’in kravatlı, iyi eğitimli “eşrafı” ise, bırakın şehir dışından birilerini, Sanayi Odasında aynı sıraları paylaştığı “öteki”lere bile tahammülsüz. Sıradan Eskişehirli, şehre okumaya gelen gençlerin şehrin ekonomisini sırtladığının farkında ve hayat tarzı olarak hiç “onaylamadığı” gençlere “biçim vermeye” kalkmıyor. Ama belediyelerde bir takım bürokratlar, çocukları terbiye etmek gerektiğinden hiç şüphe etmiyor.
Yıllar önce, Konya Ticaret Odası için yaptığım bir araştırmayı sunarken, Konyalıların üniversiteli gençler ile ilişkisini dikkate taşımak gerekmişti. Nezaketimi bozmadan Konya’nın neden bir üniversite şehri olamayacağını dile getirmeye çalışmıştım —Konya’da Eskişehir’dekinin misliyle fazla öğrenci var ama hemen hepsi “şehir dışında”. Ticaret Odası mensupları nezaket çabamı takdir etmiş, tebessümle, “yavaş yavaş da olsa oluyor hocam, onlar bizi, biz onları değiştiriyoruz” demişti.
Mütemadiyen olduğu gibi, orada burada direnç noktaları kırılıp duruyor. Hayat akıyor.
Türkiye’nin meselesi, hep dediğim gibi, “toplumun” hayatın akışına gösterdiği direnç ve/veya uyumsuzluk değil. Türkiye’de siyaset, aşırı tahkim edilmiş dirençler inşa edebilecek bir güç yoğunlaşması imkânına sahip. Dolayısıyla, toplumun genel akışından azade, muhayyel projeler için toplumsal enerjiyi heder edebildiği gibi… İşlerin suhuletle halledilmesi imkânlarını da bertaraf edebiliyor. Gerilim toplumun “içinden” çıkmıyor, “dışarıdan” topluma enjekte edilip duruyor. O kadar ki, her gün —ve her gün daha yüksek dozda— enjekte edilmezse, gerilimi sürdürmek mümkün olmuyor. Dün zor kullanarak şuraya inşa edilmiş suni tepeyi hayat bugün önüne katıp götürmüş oluyor.