Anıtkabir’e Çocuk Parkı
İki yıldır mesela Kanada’da yaşamış, memlekette neler olup bittiğinden bir biçimde hiç haberdar olmamayı başarmış biri olsanız, bugünlerde memlekete dönseniz, Anıtkabir’deki sakil çocuk parkı etrafında dönen kıyamete şahit olsanız, “vay memlekette her şey yoluna girmiş demek ki” duygusuna kolaylıkla kapılabilirsiniz. Kürt şehirleri bombalanırken, keyfi olarak insanlar içeri tıkılırken, barış isteyen bir bildirinin altına imza attılar diye akademisyenler işlerinden olurken, memleket fiilen savaşa girerken ve daha akla sığmaz şeyler her gün olurken tedbirli ve temkinli mırıldanmalarla kifayet eden ana muhalefet, birden kaplan kesilmiş görünüyor. Öyle görünüyor ki, CHP iktidara bir gelirse… Var ya, o çocuk parkını… Şöyle ibret-i âlem için…
Tuhaf görünüyor ama değil. Çünkü…
***
Devam etmeden, geçen gün bıraktığım noktaya döneyim. Malta’nın kasap çıraklarına yenilen 70’lerin futbol ilahları, kendilerinden sonra gelen ve kendileri ile kıyaslanmayacak kadar başarılı olan Hakan Şükürlerin, Arda Turanların sahip olmadığı dokunulmazlık zırhına sahiptiler. Onları eleştirmek zinhar günahtı, eleştiren çarpılırdı.
Çünkü…
***
Harris’in Cows, Pigs, Wars, and Witches adlı bir kitabı var. Bende çok şeyin değişmesine yol açmış bir kitap. Şimdi yanımda yok ve bu yüzden test edemiyorum ama Mesih kültürü etrafında bir hayli döndükten sonra, şuna benzer tespitler yapmıştı Harris: Toplumlar güç yetiremeyecekleri bir belaya maruz kaldıklarını hissettiklerinde, bir Mesih, bir intikamcı Mesih yaratırlar. Böylelikle, çok küçük bir ihtimalle de olsa, büyük balığı avlamaya teşebbüs ederler.
Tarihteki sayısız misalden de görülebileceği gibi, Mesih kültürü evrimsel olarak başarısızlık garantisi olan bir kültür. Ama yine de sayısız defa tekrarlanmış, hâlâ tekrarlanıp duran bir şey. Erdoğan’ın etrafında yaratılan hale de benzer bir ihtiyaçtan kaynaklanan benzer bir teşebbüs. Görünüyor ki Erdoğan’ın arkasındaki kitle, Türkiye’nin benzeri görülmemiş bir uluslararası taarruza maruz kaldığına daha çok inandıkça, Erdoğan’a daha sıkı sarılıyor.
E, bunların anıtkabirdeki çocuk parkıyla alakası nerede? Şurada: Erdoğan’ın arkasındaki kitleyi irrasyonel olmakla, kullukla eleştiren karşıdaki kitle de tastamam benzer bir ruh haliyle davranıyor. Yegâne fark, onların Mesihlerinin ölmüş olması. Mesihlerinin kabrine dokunulmayacak. En büyük hassasiyetleri bu.
***
Türkiye’nin hali, bence, bundan ibaret. Güya birbirleriyle ölümüne dövüşen kesimlerin her biri, güç yetiremeyecekleri, gücünü nereden aldığını bilemedikleri, bir yerlerde ikamet eden her şeye kadir özneler tarafından desteklenen bir büyük düşmana, çok büyük bir düşmana karşı olduklarından şüphe etmiyorlar. Her biri farklı bir Mesih’in eteğine yapışmış.
Harris, sözünü ettiğim kitabın bir yerinde diyordu ki mealen, toplumlar yanlış ideolojiye sahip olduklarından veya irrasyonel olduklarından yenilmezler, karşılarında daha iyi uyum sağlamış, daha güçlü kültürler olduğunda yenilirler. Sonuna kadar katılıyorum. Yani meselem Türkiye’nin sosyal kesimlerinin irrasyonel davranması değil —benim açımdan bakıldığında, Nasreddin Hoca’nın oğlu ve eşeğiyle birlikte yaşadığı maceradan da görülebileceği gibi, her tercih irrasyoneldir zaten. Meselem, Türkiye’nin bütün kesimlerinin evrimsel olarak başarısızlığı garanti olan Mesih kültürüne sarılmış olmaları.
Harris Cows, Pigs,Wars, and Witches’i 1974 yılında yazmıştı. O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Mesela Kahneman —daha önce de değindiğim Thinking, Fast and Slow adlı kitabında da görüldüğü gibi— fertlerin tercih problemleri ile karşı karşıya kaldıklarında nasıl davrandıklarını etraflıca analiz etti. Kayıptan kazanç ve kazançtan kayıp ihtimallerinin simetrik olmadığını filan biliyoruz mesela. Ve daha birçok şey…
Ama bence en mühimi, kendiliğinden organizasyon kavramı gelişti bu dönem içinde. Buna yaslanarak diyebilirim ki, Türkiye’nin meselesi bir kültür meselesi, bir ideoloji meselesi, bir şahıs meselesi değil, bir örgütlenme meselesi.
İki sebeple:
Birincisi, Mesih kültürü başarısızlığa mahkûmdur çünkü en ilkel, en az karmaşık, en az yaratıcı örgütlenme tarzıdır. Binlerce yıl önce, düşman bir tabiatın kaprisleriyle başa çıkmak için yeterli bilgi ve teknolojiye sahip olunmayan çağda, hiçbir organizasyon olmamasından daha iyi neticeler doğurmuş olması beklenebilir. Ama bilinen tarihte başarılı olduğu herhangi bir vaka yok. Mesela Erdoğan’ın isminin yanına iliştirilen Abdülhamid veya Menderes, yaşadıkları dönemde, ne kadar güçlü olsalar da, gücü ne kadar kendi ellerinde konsantre etmiş olsalar da, birer Mesih değillerdi. Onları Mesih ilan edenler şimdikiler. Yoksa her ikisi de kapsamlı organizasyonların birer unsuruydular ve daha mühimi, toplumun daha karmaşık bir biçimde örgütlenmesine yol açacak uygulamaları sebebiyle bir işe yaradılar —yaradıkları kadarıyla…
İkincisi, daha mühimi, kendisini Mesih olarak gören, Mesih olarak görünmek isteyen, bundan fena halde zevklenen figürler, Mesih gibi algılanmalarını sürdürebilmesinin, ancak başa çıkılmaz musibetler ve çözülmüş sosyal organizasyonlar bir araya gelirse mümkün olduğunu ta omurilikten bilirler, hissederler. Dolayısıyla bir yandan düşmanı büyütür, bir yandan toplumu neferleştirir (yani örgütsüzleştirir), çaresizleştirirler. Erdoğan’ın yaptığı bu. Bir yandan imha olan her kurum, öte yandan Türkiye’nin her mağlubiyeti, Erdoğan’a duyulan ihtiyacı besliyor.
***
Mesele Erdoğan meselesi değil. Mesele, Mesih’in arkasında neferleşmiş yığınlar halinde örgütlenme meselesi. Mesih’in kim olduğunun hiç ehemmiyeti yok. Bu dünyada Mustafa Kemal’in askerlerine de yer yok yani.
Ve “mesele örgütlenme meselesi” derken, öyle eski tüfekler gibi, sendikalardan, odalardan filan söz etmiyorum. Örgüt derken sözünü ettiğim şey, toplumun sosyal kesimlerinin kendiliklerinden, bir takımın unsurları olarak, birbirlerine göre aldıkları pozisyonların ağı. Türkiye Malta’ya yenilme safhasından büyük turnuvalara katılamamaya katlanamaz hale, ne bir Mesih sayesinde, ne de devletin “artık şu işe bir düzen verelim” demesiyle geçmedi. Oyunun asli unsuru kulüplerdi, birbirlerine karşı rekabetin unsurları değişti, her birinin dokunulmazlıkları zayıfladı ve Türkiye’de futbolun seviyesi, ülke diğer sektörlerde Avrupa’da hangi seviyedeyse o seviyeye yakınsadı.
Türkiye, dünyanın mevcut konjonktüründe, şimdi düştüğü hallere düşecek bir ülke değil. Tamam, uluslararası bir süpergüç olacak potansiyeli de yok ama şartlar, ülkenin kendisinden memnun olacağı bir performans sergilemesi için, uzun süredir olmadığı kadar ehven. Üstelik öyle topyekûn bir taarruz altında filan da değil. Maruz kaldığımız hücumların anlaşılmaz yanı yok. Düşmanlar güç yetirilemez düşmanlar değil. Bir Mesih’e hiç ihtiyacımız yok. Bin yıllık tecrübemizle de biliyoruz ki, bir Mesih’in peşine takılıp savrulmadığımızda, pekâlâ başarılı da olabiliyoruz. Toplum bütün bunları ta derinden hissediyor. Ama onun hissiyatına tercüman olacak, bu hissiyatı bir politika haline getirecek kurumsal aktörler imal edemiyor. Çünkü siyasetin doğal organizasyon mantığını tarumar etmiş 12 Eylül mevzuatı cari.
Eğer siyasi partiler mevzuatı böyle olmasaydı, memlekette her şey altüst olurken mırıldanıp Anıtkabir’e sakil bir çocuk parkı yapıldığında birden gürleyiveren bir CHP, çoktan tarihe karışmış olurdu. O CHP’nin boşluğunu dolduran partinin muhalefeti karşısında da AKP bunca saçmalığı, böyle elini kolunu sallaya sallaya yapamazdı.
Yani —tekrarlayayım— mesele örgütlenme meselesi. Siyasetin örgütlenmesini “böylesi daha şık duruyor” diye yukarıdan aşağı yapan, aşağıdan yukarı kendiliğinden örgütlenmeye inanmayan mantığın ürünü başımıza gelenler.