Ankara’nın Hayalleri
Tahran’da Erdoğan, bildiğiniz gibi, Putin ve Ruhani ile görüştü. Sonrasında, “canlı yayında” bir takım açıklamalar yapıldı. Bildiğiniz şeyler işte…
Bende oluşan intiba şöyleydi: Erdoğan Tahran’a giderken Ankara’da aldığı brifingde, “Reis, bildiğin gibi İdlib bizim, vali mali atadık, bizim toprağımız sayılır ama henüz muhtelif protokol işleri var, fethin resmî olarak ilan edilmesi işi biraz gecikti” filan gibi “değerlendirmeler” dinlemiş. Dinlediklerine inanmış ve… Putin ve Ruhani’nin de İdlib hakkında bu “gerçekliği” kabul ettiğini varsaymış.
Bizim bildiğimiz hikâye başkaydı, malumunuz —biz bilgileri Sabah’tan filan almayıp gayrımillî kaynaklara itibar ettiğimizden böyle oluyor işler. Suriye’nin muhtelif bölgelerinden sürülüp İdlib’e yığılmış olan cihatçıları Esad’a boyun eğmeye —kaderlerine razı gelmeye— ikna etmek üzere İdlib’deydik. Kani olmayanlar da er geç imha edileceklerdi. Neticede İdlib Suriye toprağı idi, biz bir tür garantör olarak, Esad’ın hamilerinin “verdiği izinle” oradaydık. Yoksa… Mesela Esad’ın hiç de razı geleceği iş değildi İdlib’deki varlığımız. Filan.
Neyse… Dedim ya, Erdoğan’a “başka türlü” bir brifing vermişler gibi görünüyordu. “Yok, artık” dedim kendi kendime. Sonra… İbrahim Kalın’ın Daily Sabah’taki yazısını okudum (https://www.dailysabah.com/columns/ibrahim-kalin/2018/09/08/the-idlib-quagmire-is-yet-another-test-for-the-international-system). Külliyenin maaile, hayaller âleminde yaşadığı gerçeğini kabul etmek zorunda kaldım.
“Suriye savaşı artık Suriye hakkında değil. Kesinlikle Suriye halkına yardım amacıyla yapılmıyor. Küresel ve bölgesel güçlerin vekâlet savaşının bir sahnesi. Vahşeti sadece kullanılan silahlardan değil, daha fazla kudret ve tesir elde etmek için gösterilen doymak bilmez aceleden de kaynaklanıyor. Akıl, fazilet ve merhamete yaslanan bir çözüm çok önceden mümkün olabilirdi, eğer hissedarlar farklı bir yaklaşım sergileseydi.
“Dünya büyük ölçüde Suriye halkına sırtını döndü. Bir yandan Suriyelilerin acılarına sahte bir ilgi gösterilirken, büyük oyuncular savaşı durdurmak için hiçbir şey yapmadılar. Hepsi, savaşın iki canavarı arasında sıkışmış Suriyelileri seyrettiler —bir yanda kendi halkından binlerce kişiyi acımasızca katleden Esad rejimi ve öte yanda DAEŞ, PKK’ya bağlı Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve Halkın Muhafızları Birimleri (YPG) gibi muhtelif terör örgütleri, Suriye’deki ölümlerden ve muhtelif bölgelerin yıkımından mesuldür.”
Benim tercümemle, böyle buyurmuş şimdiki mevkiini, makamını bilmediğim sayın Kalın. Sözcülüğünü yaptığı zatın yönettiği Türkiye’ye de bir ara bir ilgi gösterip manzaranın fotoğrafını çekse… Yazacağı şeyi herhalde Daily Sabah’ta yayınlatamaz ama ben blogumu seve seve kendisine açarım. Neyse, mevzumuz bu değildi. Sizde de benzer hisler uyanmadı mı? Ankara, Esad’ın gideceğinden artık ümidini kesmiş olsa da, İdlib’e girmeyeceğini/giremeyeceğini varsayıyormuş gibi görünüyor. Neye yaslanarak varsayıyorlarmış, ben bilmiyorum. Kendilerinin katıldığı toplantılardan sonra yapılan açıklamalar, hiçbir tarihte, böyle bir varsayımı haklı gösterecek bir muhtevaya sahip değildi.
Yazının sonlarına doğru, sayın Kalın şöyle buyurmuş:
“İdlib, Astana mutabakatı çerçevesinde bir çatışmasızlık bölgesidir. Üç garantör ülke, Türkiye, Rusya ve İran bölgede askeri karakollar kurdular. Türkiye’nin 12 karakolu var. Oradaki Türk askerlerinin mevcudiyeti, muhtemelen büyük ölçekli bir saldırı karşısındaki yegâne garantidir çünkü Rus jetleri ve rejimin kara kuvvetleri, Türk askerleri oradayken hücum edemezler, sivilleri ve meşru, ılımlı muhalifleri umursamadıklarını biliyoruz. Terörist grupları bertaraf etme adına İdlib’e yapılacak herhangi bir saldırı, Astana sürecine zarar verecektir.”
Cumartesi annelerine fütursuzca saldıran devletin adına konuşan adam, böyle yazmış, yine benim tercümemle. Nereden bakınca gayrimeşru ve “ılımsız” göründüklerini anlamakta zorlandığım Cumartesi annelerine… Ama yine mevzudan sapıyorum. Esas mevzumuz şuydu: Astana süreci, katılan katılmayan “herkesin” bildiği kadarıyla, eninde sonunda, “bütün” Suriye topraklarını Suriye’ye devretmeyi öngörüyordu. “Herkesin” bildiği kadarıyla diyorum ama… Anlaşılan Ankara bilmiyormuş. Ve… Bunu bile bilmeyen birileri, İdlib topraklarındaki Türk askerlerinin mevcudiyetini, “onlar oradayken saldıramazlar” filan diye “okuyor”.
Yandık biz. Yandık ki ne yandık. Yandı çocuklarımız. Yandılar ki ne yandılar.
Takip etmeyenlere ufak bir ipucu vereyim, on gün kadar önce İdlib’e “şiddetli” saldırılar başladı. Tahran zirvesi öncesinde birkaç gün kesildi. Zirveden hemen önce hafif ölçekli saldırılar yine başladı ve zirve sonrasında, yoğunluğu artarak devam ediyor.