Arıboğan, Genç, Bahçeli, Gavs ve Diğerleri
Karmaşık sistemlerin favori misallerinden biri beyin, biri lisan ise, bir diğeri de şehirdir.
Siz, diyelim İstanbul’dan bir iş için Eskişehir’e gittiğinizde, sizin Eskişehir’e doğru yola çıktığınızın, şu saatte şehre varacağınızın, karnınızı doyurmak için şunu talep edeceğinizin, şunu içip, şöyle bir yerde konaklamak istediğinizin filan bildirildiği, Eskişehir’de bir otorite yok. Şehir sizin için “hazırlık” yapmıyor yani. Yine de aç kalmıyorsunuz. Açıkta kalmıyorsunuz.
Fabrikalarda işler öyle yürümez. Şu tarihte banttan, diyelim şu modelden şu sayıda buzdolabı çıkacağı “planlanır”. O tarihte o kadar buzdolabının banttan çıkması için hangi tarihte ne kadar somun, ne kadar cıvata, ne kadar ve hangi vasıfta sac, ne kadar boya ve saire lazım geleceği “geriye doğru” hesaplanır. Uygun paketler halinde siparişler verilir ve bantta kullanılacağı noktalara sevk edilir. Araya “beklenmedik” bir ihtiyaç sahibi girerse… Aç kalır. Şehrin karmaşık karakterini, fabrika ile bu kontrastına yaslanarak ifade etmek mümkün.
Fabrika budaksızdır, pırıl pırıl, cilalı. Şehir budaklıdır, her isteyen bir yanına kendisini eklemleyebilir. Ve zaten her isteyen bir yanına kendisini eklemleye eklemleye şehri yapmışlar ve yapmaktalar. O sayede —sayısız değilse de— bir yığın seçeneğiniz var ve mütemadiyen çeşitleniyor. Ve o yüzden siz, Eskişehir’e yola çıkmadan önce, yolda ve şehre indiğinizde, olağanüstü bir bilgi işleme yükünü yüklenmek zorundasınız. Nerede ne yenir, nerede kalınır, hangi seçenekler daha tatmin edici ve saire…
Ama bir yığın bilgiyi işlemek zorunda olan sadece siz değilsiniz. Şehirliler de her an sayısız bilgiyi işleyip karar vermek zorunda. Siz gitmeseydiniz de zaten olağanüstü bir bilgi işleme ihtiyacı vardı, sizin de gidebiliyor olmanız yüzünden, her şey daha da karmaşıklaştı. Pastane işletenler mesela, hangi üründen ne kadar üreteceklerine karar verecekler. “Hmm, tatil mevsimi, öğrenci yok pek, şehirliler de tatile gittiler ama bilmem ne kongresi var, şu kadar kişi gelecek” filan… Fazla üretip elinde kalırsa maliyeti ne, az üretip talebi karşılayamazsa kaybı ne kadar olacak, İşletme Fakültelerinde ders olarak okutuluyor. Ama bu kararları vermek zorunda olanların çoğu o dersleri almadan bu tür hesapları yapıyor.
Şehir karmaşık bir sistem ve bütün karmaşık sistemler gibi, unsurlarının her birine olağanüstü bir bilgiişlem yükü yüklüyor. Şehirlerde yaşıyorsunuz ve şehirde yaşamanın sizden neler talep ediyor olduğunun farkında bile değilsiniz. Siz biliyorsunuz ya, dünyanın en normal şeyi gibi geliyor “şuranın kazandibi iyidir, dondurma yiyeceksek filanca yere gitmek gerekir ama orada da bu saatte dondurma kalmamıştır” diyebiliyor olmak. “Herkes bilir, ne var ki bunda” gibi…
Ama öyle değil.
Hiçbir şehirlinin “bilgileri” bir diğerininki ile aynı değil, pek çoğu “doğru” veya “yanlış” bile sayılmayabilir ilaveten. Ama bu hal, “herkesin” her an yığınla bilgi işliyor olduğu gerçeğini değiştirmiyor. “Şuradan motora binersem, sonra filanca otobüsle filanca yere giderim, oradan şunu alır metroya binerim, metrodan inince de manava uğrarım” filan… Optimum bir çözüm mü? Muhtemelen değil, daha “avantajlı” çözümler olabilir. Ama dert değil, şehir “işliyor”. Hiç kimse “bütün” malumata sahip olmadığı halde… Ve esas mühimi, bugün yaptığınız tercih, bir yığın başka şehirlinin yarından itibaren vereceği kararları “değiştiriyor”. Bu sayede dinamik bir “denge” zuhur etmiş ve sürüyor.
Ekonomi, daha genel manada, tıpkı bir şehir gibi işliyor. Sayısız karar verici var, hiçbiri bütün hakkında malumat sahibi değil ama sahip oldukları malumatla bir biçimde bir şeyleri optimize ediyor. Ve her gün yeniden dengelenen bir denge hali kendisini sürdürüyor. (Bu “denge” terimi, ekonomide, uzun süre büyüleyici bir kavramın adı olarak iş gördü. Hatalı bir biçimde, çağrışımları yüzünden, durağan bir cennet ima etti ve çok kişiyi baştan çıkardı. Dolayısıyla bu terimi kullanmayı sevmiyorum, en azından riskli buluyorum ama derdimi daha iyi ifade edecek bir terim de bulamadım, bağışlayın.)
Ekonomi “karmaşık” bir sistem. “İnsan imalatı” değil, “insanlardan mamul” bir sistem. İnsanların dokuduğu değil, insanlarla dokunmuş bir kumaş. Ve… Dokumacısı yok.
***
Şimdi gelelim 2008 sonrasındaki dünyaya… Dünya ekonomisine…
Krizi aşmak ümidiyle dünyaya görülmemiş ölçüde para pompalandığında, yani araziye su salındığında, önce daha alçak yerler suyla kaplandı, sonra daha yüksek yerler. Nihayet Türkiye gibi oldukça yüksek tümsekler “bile” suyla kaplandı.
Metaforumuz bu.
Ancak bu metaforun “çalışabilmesi” için, yani ekonomi denen sistemin gerçekliğini/karmaşıklığını yansıtabilmesi için, topografyanın sabit olmadığını da hesaba katmak gerekir. Yani mesela su yeterince yükselip Türkiye’yi de kapladığında, suyun da yardımıyla Türkiye tümseğini aşındırmak mümkündü. Veya —aksine— başkalarının aşındırdığı toprağın Türkiye tümseğinin üzerine yığılması da mümkündü.
Önce şu, “krizi aşmak için” araziye aşırı miktarda su pompalama marifetinin üzerinde duralım. Biricik yol bu muydu, şüpheliyim. Ama Keynes’ten bu yana “iş gördüğü” defalarca ispatlamış bir yaklaşımın türeviydi. Ancak daha önce bu yaklaşım, üretim faktörleri arasında emeğin üretimde hatırı sayılır bir hissesi olduğu ve talebin arzı “çektiği” ekonomik iklimlerde denenmişti genellikle. 2008’e gelirken ise hava hiç de eskisi gibi değildi —üretimde emeğin hissesi aşırı düşmüş, istense neredeyse sıfırlanabilir gibiydi ve arz talebi itiyordu. Yani hastalık başkaydı ve eskiden işe yarayan ilacın işe yaramaması muhtemeldi. Bence işe yaramadı. Doz artırıldı. Çok artırıldı.
Zaten 1990’ların sonlarından itibaren ciddi ölçüde sulanmış olan arazide fark yaratabilmek için, 2008’ten itibaren, daha önce hayal bile edilemeyecek ölçüde parasal genişleme gerçekleştirildi. Yapısal karakteri bambaşka olan krizi çözmedi yapılan müdahale ama teknik anlamda “katlanılır” bir iklimi yarattı.
Şimdi?
Sular çekiliyor.
Bu süreçte sanki su hudayinabit bir şeymiş gibi şımarıklık eden, başkalarının “kendileri için” yaptıkları müdahalelerin yan ürünlerini kendi marifeti zanneden AKP iktidarı, fırsatı Türkiye tümseğini aşındırmak için kullanma sorumluluğunu sergilemedi. Aksine, başkalarını kendi tümseklerinden çıkan hafriyatı Türkiye’ye yığmaya teşvik etti —nasılsa su yüksekti ve Türkiye’nin “arızası” çıplak gözle görünmüyordu.
Basit bir misal vereyim. AKP denen çete memleketin başına musallat olmadan evvel, memleketin Turkcell diye bir “teşebbüsü” vardı, hatırlarsınız. Gidip Kazakistan’da filan şebekeler kurmaya çalışıyor, kaynakları yetmediğinden de başkalarına hisse veriyordu. Reklamlarını hatırlar mısınız bilmem, Türk mühendislerle ve bir Türkiye markasıyla dünyada yükselmekte olan bir sektörde büyük oyuncu olmakla övünüyordu. Yaptığı işi doğru yapıp yapmadığını değerlendiremem ama doğru bir iş yapıyordu. AKP iktidarı yükseldikçe Turkcell düştü.
Turkcell dünyada büyük oyuncu olsa, mesela İspanya GSM şebekesini kursa ve işletse ne olacaktı? Koreliler gelip Türkiye’de köprü veya İtalyanlar gelip stat yaptıklarında tam tersi oldu. Yani? Kore’nin, Çin’in, İtalya’nın, İspanya’nın kendi tümseklerini alçaltmak için yaptıkları işlerden çıkan hafriyat, Türkiye’ye yığıldı. Sular çekilmeye başladığında da… Suyun üzerinde beliren ilk “çıkıntı”, Türkiye oldu. Ortada bir ekonomik saldırı filan yok. Yani her vakit olduğundan farklı bir şey yok.
(Olmadığını ve olup biteni açıklamak için bir “taarruz”a neden ihtiyacımız olmadığını, “profesör” Deniz Ülke Arıboğan’a Kompleks Sistemlere Giriş dersini bilabedel vererek anlatabilirim. İlk on “kitabını” okumadım ama eğer Türkiye’ye “saldıran” öznelerin neden mesela 15 Temmuz’un hemen öncesini ve/veya hemen sonrasını —veya mesela seçimlerden hemen öncesini— seçmediğini anlatmaya teşebbüs ederse, on birinci kitabını okumaya katlanabilirim de… Bu arada… Profesörleri ve profesörlüğü aşağılamakta yarışan zevzeklerin, Arıboğan muhatabını aşağılarken onun profesörlüğünden ve “kitaplarından” başka bir dayanak bulamaması da ibretlik ama ibret kelimesi malum cenah için ne kadar yabancı kavramları çağrıştırıyor, demeden edemeyeceğim.)
Bu arada, şu tespitleri yapmak gerekiyor. Birçok kişi (a) krizin aşılmamış, ertelenmiş olabileceğini, yapısal problemlerin baki kaldığını, (b) sular çekilmeye başladığında ilk açığa çıkanların arasında Türkiye’nin olacağını ve (c) Türkiye’nin açığa çıkmasının başkalarının da başını derde sokabileceğini ve zincirleme bir krize yol açabileceğini söylemişti.
***
Bir “ara toparlama” yapayım. Ekonomi, sayısız aktörün sayısız kararından zuhur eden dinamik bir dengedir. Hiçbir şey hudayinabit değildir, siz bir şehre gidip bir pastaneye girip sütlaç sipariş ettiğinizde “hay hay” cevabıyla karşılaşıyorsanız, sizi pek seven Allah’ınız “kulum gelecek, sütlaç isteyecek, hazır edesiniz” diye pastanecinin rüyasına soktuğundan değil. Veya o her şeye kadir devletiniz veya milletiniz pastaneciye direktif yolladığından da değil. “Anaa, burada elektrik nakil hatları var, atarsak kancayı, ohoo” diyebilirsiniz de… O nakil hatları öyle sizin keyfinize göre istismar edebileceğiniz bir “cennet” sisteminin unsurları değil. Karmaşık bir sistemin unsuru her şey ve dünyanın bir yerlerinde bir yığın kişinin verdiği sayısız kararın ürünü… Siz onun öyle bir şey olduğunu bilmiyorsunuz diye, o öyle bir şey olmaktan vazgeçmiyor.
Dünyanın maruz kaldığı krizi aşabilme ümidiyle piyasalara aşırı ölçülerde para basılıp, her yerin sular altında kalmasından istifade, Türkiye ekonomisinin yapısal arızalarından bir bölümü giderilebilirdi. Yani ekstra kaynaklar, o yapısal arızaların giderilmesine harcanabilirdi. Siz öyle yapmayıp, Kore’nin, Çin’in, İtalya’nın yapısal arızlarının giderilmesi sürecinde ortaya çıkan hafriyatın Türkiye’ye yığılmasına izin verdiniz. Koreliler gelip köprü yaptılar memlekette, siz de bununla övündünüz. İtalyanlar stat yaptı, siz övündünüz. İspanyollar hisselerine düşen suyun fazlasını Türkiye’ye getirip Türkiye tüketimini finanse ettiler, marifet işlediğinizi zannettiniz. Herkes ahmaktı, sizin için çalışıyorlardı, bir siz uyanıktınız.
Anahtar kelime “uyanıklık”. Uyanıklığı akıl zannedince… Neticeleri var.
Siz ulan “uyanık”lığı akıl zanneden sahtekâr sürüsü, Erdoğan’ın şeyinin kılı olanlar, memleketin olanca işlerini ele yaptırarak antiemperyalistlik taslayanlar, şimdi ne bağırıyorsunuz? Cahilin birinden peygamber imal etmekle ve her işini ele gördürmekle olsaydı bu iş, sizden önce kimse akıl edemez miydi? “Aha, burada enerji nakil hattı varmış” kurnazlığının bir bedeli olduğunu söyleyenlere “hain, terörist” diye taarruz ederken zerre kadar utanmayanlar, zerre kadar merhamet duymadan onca insanın canına ot tıkayanlar… Şimdi ne bağırıyorsunuz?
Neyse…
***
Bundan sonra ne olur?
Önce… Buraya nereden geldik hususunda mutabık kalalım. Üretim faktörleri arasında emeğin hissesinin aşırı bir hızla erimesinin ve fakat paylaşımın yine de emeğe endeksli olarak sürdürülmesinde ısrar edilmesinin yol açtığı, “yapısal” bir krizdi dünyanın tecrübe ettiği. Tek sebep elbette emek-bölüşüm meselesi olmayabilir ama tek başına o da sıkıntıyı büyük ölçüde açıklayabilir (bu “tek başına açıklama” meseleleri filan, İstatistiğe Giriş derslerinde öğretiliyor, hani Arıboğan’ın “ayarından” orgazm olanlara hatırlatayım). 2008 krizine münasebetsiz ama olağanüstü büyük ölçekli bir cevap verildi. Sürdürülemez bir işti yapılan ve zaten baştan da biliniyordu sürdürülemez olduğu. Aslında, başlangıçta öngörülen vadesi dolduğu halde sürdürmeye çalışıldı.
Ama artık deniz bitti.
Bu arada ABD’de Trump denen bir vaka zuhur etti. Dünyanın —kendi Allah’ları tarafından— “Türkiye’nin kasabalıları yağmalasın” diye yaratılmış olduğunu zanneden kurnaz kasabalılar, Trump kazanınca bir mutlu oldular, bir mutlu oldular. Aha işte, dünyanın her yerinde kendi reisleri gibiler kazanıyordu. Ne kadar haklıydılar! Karşılıklı iltifatlar, aynı dergi kapağını paylaşmaklar, filan. Dünya liderleri ve aralarında “Reecep Tayyiiip Erdoğaaan.” Biz muhalifler ne kadar salaktık, enerji nakil hatları kurmaktan filan söz ediyorduk. Atıyordun kancayı… Sadece salak olsak neyse, haindik, teröristtik. Yol yapılıyor, köprü yapılıyor, herkes bizi kıskanıyor… Biz çekemiyorduk.
Ve ABD’nin kasabalısı Trump, “bu dükkân, bundan böyle, yabancılara kapalı” dedi. Sadece ve önce Türkiye’ye “saldırmadı” yani. Dünya “düzenine” saldırdı. Başkaları “sular çekilince ilk görünecek” olanlardan olmadığından, paraları çakılmadı.
Bundan sonra ne olur?
Bana kalırsa, dünya ekonomisinin yapısal problemleri —üstelik daha da derinleşmiş olarak— sürüyor. Trump manyağının müdahaleleri, zaten kırılgan olan ve sular çekilirken daha da kırılganlaşmış olan dünya iklimini çok daha hassas kılmış olabilir. Dolayısıyla, Türkiye’de başlayan rüzgâr, tez zamanda birçok yerde kasırgaya dönüşebilir. Ve bu süreçte, dünya ekonomisinin bir başka yumuşak karnı olan “doların statüsü” de bir hayli yumruk alabilir.
Olmaz gibi göründüğünü biliyorum ve “olacak” da diyemem ama olabilir olduğu hususunda sizi temin ederim. Nasıl böyle bir ihtimalden söz edebiliyorum? Ekonomiye bakarak değil, “insanlara” bakarak. Demiştim, ekonomi, insanlarla dokunmuş bir kumaş. Ve insanlar değişti/değişiyor.
Arıboğan, Nihat Genç, Bahçeli, Gavs hazretleri ve daha bir yığın kişi, Perinçek’in çizgisinde hizaya girmiş durumdalar mesela. Bundan on yıl önce size biri “böyle olacak” diye kehanette bulunsaydı, herhalde “hasta var” diye ihbar ederdiniz. Hepsinin ortak bir paydası var hâlbuki. Hepsi kasabalı. Hepsi dünyanın “sıfır toplamlı” bir oyun olduğunu varsayıyor (“sıfır toplamlı oyun” kavramı da birçok mevzuun giriş derslerinde okutulur bakın) ve hepsi —aynı zamanda— enerji nakil hatlarına attıkları kancalarla “kendileri gibi” olanlara cennet talep ediyor. Kimi Türklere, kimi Türkiye Cumhuriyetinin kendilerine göre makbul vatandaşlarına, kimi “ben Müslümanım” diyen (ama İslam’la —başını örtmek dışında— herhangi bir akrabalığı olması şart değil) herkese, kimi işçi sınıfına… Kimi dünyanın Atatürk tarafından Ulusalcılara miras bırakılmış bir cennet olduğunu zannediyor, kimi Allah’ın “ben Müslümanım” diyenlere tahsis ettiği bir cennet. Öteki Türk olmakla cennetin varisi olmayı hak ettiğinden emin, beriki işçi olmakla… Filan.
Ama (a) dünya “sıfır toplamlı bir oyun” değil ve (b) kimsenin malı değil. Düşünüyorsunuz, çabalıyorsunuz, risk alıyorsunuz, bir budağa kendinizi eklemlemeye çalışıyorsunuz. Başarabilirseniz, ekstra değer zuhur ediyor.
Birkaç ay önce Türkiye’ye düşmanlık yaptıklarından, Türkiye’yi hedefe yerleştirdiklerinden kimsenin şüphe etmediği Avrupa’da mesela, tastamam benzer bir biçimde, on yıl önce birbirileriyle aynı mekânda birkaç saat geçiremeyecek farklı kasabalılar bir araya geldiler. Ama Avrupa kasabalılara pabuç bırakmadı. Sular çekilirken ortaya çıkacak sancılar şiddetlenince ne olur, bilemem. Ama birkaç ay önce Türkiye’ye parmak sallayanların Türkiye’ye “düşman” olmadıkları ortaya çıktı, değil mi? Yaptıklarını düşmanlıktan yapmadıkları, “öyle keyfinize göre istediğiniz yerden enerji çalamazsınız” dedikleri… “Eşkıyalık yapmayın, şehirli olun” dedikleri… “Aman şu Türkiye’den bir kurtulalım” filan derdinde olmadıkları… Öyle olsaydı, şimdi Tump’ın peşinden koroya katılırlardı ve… Neyse.
Kasabalılar böyle şeyleri anlamaz. Anlam dünyaları “biz” ve “diğerleri” kategorilerinden ibarettir. Üçe kadar saymayı beceremiyor da olabilirler —öyleleri de alabiliyor profesör unvanını ve öyleyken alabilenler âleme “bu birinci sınıf derslerinin mevzuu ve benim şu kadar kitabım var” demeye daha teşne oluyorlar. Kasabalılar ancak ikiye ayrılabilen kavram haritalarının “dünyanın haritası” olduğundan da şüphe etmezler ve… Kancayı attıkları nakil hattındaki enerji kesilirse, demek ki “ötekiler” bunlara komplo kurmuş olmalı. Dünyaları bu kadar zavallıların.
Kasabalılar böyle şeyleri anlamaz ve anlamayacaklar. Mesele, “kim kazanacak” meselesi, “kim kimi ikna edecek” meselesi değil. Ve bu yüzden de, bana öyle geliyor ki, esas mesele Liranın Dolar karşısındaki hali değil, Euronun Dolar karşısındaki hali.
Kanaatim baki, bir gün insanlar dönecek. Neticede şehirliler kazanacak. Ancak bu süreçte ne kadar bedel ödeneceği, öyle görünüyor ki, Avrupa’nın Trump karşısında sergileyeceği performansa bağlı.
Ve nihayet…
Bu kavramları ilk defa dile getirdiğimden beri, “her ülkenin şehirlilerinin menfaati diğer ülkelerin şehirlilerinde ama kasabalılar için durum öyle değil” diyegeldim. Lakin son aylarda, Trump, Putin, Erdoğan ve saire arasındaki muhabbet yüzünden tereddüde düşmüş ve bunu dile getirmiştim. Eh, bütün bu manasızlıkların bir faydası olduysa o da, taşların yerine oturmuş olması oldu. Dünya beşten büyüktür ama eğer kasabalılar hükmediyorsa, dünyada sadece “bir”e yer var, fazlası baş ağrıtır. Herkesin bir ucundan eklemlenebilmesi için, dünyaya şehirlilerin vaziyet etmesi gerekir.