Aum ve Cemaat
“1990 Şubatına, Aum’un Temsilciler Meclisi seçimine girişine kadar izini sürebiliyorum. Asahara, Tokyo’nun o dönemde yaşadığım semtinde, Shibuya Ward’da koşuşturuyordu… Bu seçim kampanyasına şahit olduğumda ilk reaksiyonum görmezden gelmek oldu. Görmek isteyeceğim son şeylerden biriydi. Etrafımdakiler de benzer bir tepki gösterdi: Kendilerini görmüyormuş gibi yaparak Tarikatçıların yanından yürüyüp geçtiler… Neden o gün otomatik olarak gözlerimi Aum kampanyasına katılanlardan kaçırdım? Beni rahatsız eden neydi? Zannımca, Aum fenomeni rahatsız ediciydi çünkü o başka birinin işi değildi. O bizim tahrif edilmiş bir yansımamızı, hiçbirimizin öngörmediği bir biçimde gösteriyordu.”
Yukarıdaki paragrafı, Adam McConnel’in Serbestiyet’teki köşesinden alıntıladım (http://serbestiyet.com/yazarlar/adam-mcconnel/my-personal-knowledge-of-fethullah-gulens-cult-3-729448). Tercüme bana ait. McConnel da Murakami’nin Underground’undan alıntılamış.
Murakami son dönemde yıldızı parlayan bir Japon romancı ama okumadım. İki sebeple… Bir defa çoktandır roman okuyamıyorum —ve kabahati kendimde bulmamak için romancılara atıyorum, ah nerede o eski romanlar. İkincisi, Japonlardan —daha genelde uzak doğululardan— hoşlanmıyorum.
Yukarıdaki paragraf mesela… İleride Tokyo metro istasyonuna sarin gazı saldırısı yapacak olan Aum Tarikatı ve onun lideri Asahara hakkında Murakami’nin ilk gözlemlerini anlatıyor. Kullanılan kelimeler ve ifade biçimi çift anlamlı. Bir Türk General gibi, “her şey gözümüzün önünde oldu ve biz gözlerimizi açmadığımız için başımıza bunlar geldi” manasına gelme ihtimali çok yüksek —ki anladığım kadarıyla Murakami zaten böyle demek istiyor ve McConnell de aynı kasıtla alıntılıyor. Her şey gözümüzün önünde oldu. Görmezden geldik. Görmezden gelmeseydik, gerekli tedbirleri alsaydık, uyanık olsaydık, biçimlendirdiğimiz ve bizi biçimlendiren düzenin ilelebet süreceğine duyduğumuz inanca esir olmamış olsaydık…
Yani…
Yani Asahara’nın bir budala, bir şeytan olduğunu baştan tespit etseydik, onu izleyenleri uyararak, olmadı Asahara’yı derdest ederek… Neyse ne, bir biçimde bütün bu olup bitenlerin önüne geçebilirdik.
Murakami böyle mi söylüyor? (Bu arada, eğer böyle söylüyorsa, birinci çoğul şahsı yüce gönüllüğünden kullandığını varsayabiliriz. “Biz görmezden geldik” derken, aslında, “ben görmüştüm de sizler görmediniz, bana inanmadınız” diyordur büyük ihtimalle. Tıpkı şimdi Cemaat konusunda benzer laflar edenler gibi.)
Japonya’da aslında ne oldu bilmem. Ama Türkiye’de Cemaat görmezden gelinmedi. Görüldü. Fazlasıyla görüldü. Hak ettiğinden çok fazla görüldü. Ve tastamam “bak görmezden geliyorsunuz ama bunlar başımıza ne işler açacak” edasıyla görüldü. Cemaat öyle görüldüğü için, o kadar çok görüldüğü için, olmadığı yerlerde de aranıp görüldüğü için Cemaat oldu. Elindeki güçle başı dönmüş, okulda istediği müfredatı okutabildiğine göre topluma da istediği biçimi verebileceğine inanmış, bir problemi teşhis edebilirse onu tam da kendi istediği çözüme ulaştırabileceğine iman etmiş bir kesim, her yerde Cemaat gördü. Hiçbir insani ve ahlaki sınır tanımadan, cama konmuş sineği öldürmek için elindeki taşı cama atmaktan çekinmeyerek, toplumsal hassasiyetleri hiçe sayarak bir savaş yürüttü. Sadece Cemaate karşı değil elbette ama içinde Cemaatin de yer aldığı birçok şeye karşı. Cemaat, zaman zaman, o birçok şeyin en görünür, en somut sembolü oldu, o kadar.
Tam burada, McConnel’in Murakami’den yaptığı alıntının son cümlesine bakmamız gerekiyor. Türkiye’de Cemaate saldıranların asıl derdi, Cemaate baktıklarında kendilerinin tahrif edilmiş, bozulmuş bir yansımalarını görmek miydi? Olabilir. Eğer öyleyse, Murakami’nin dediklerini yeni baştan anlamlandırmak gerekiyor. Eğer öyleyse Murakami bize demiş oluyor ki, Aum Tarikatı aslında biziz. Eğer öyleyse, Aum Tarikatı aslında biz isek, onun yol açtığı problemleri biz olarak, biz kalarak çözemezdik zaten. Çünkü problem bizdik.
Bir Japon’un meseleyi böyle görebileceğine dair inancımı çoktan kaybettim. Murakami bir Japon’dan fazlası olabilir, bir Japon’dan başka biri olabilir, biliyorum. Ama neticede Murakami okuyarak ancak güvenilir bir karar verebileceğim bir husus bu ve fakat Japonya’nın genel ahvali çok da ümit verici görünmüyor. İkinci ve çok gecikmiş bir Aydınlanmacılık dalgasına kapılmış, dünyanın halleri hakkında Japonya’nın genetik kodundan ilham alan pek bir şey söylemeyen bir Japonya ile birlikte yaşamak zorunda kaldık.
Bir Japon’un meseleyi “Aum Tarikatı aslında biziz, biz değişmeden problemlerimizi çözmeyiz” biçiminde formüle edebileceğine inancımı kaybettim. Ama bence mesele tam da bu…
Tekrar Türkiye’ye dönelim. Cemaat Türkiye’de, tam da Cemaat hakkında “biz görmüştük, uyarmıştık” diyenlerin ayna simetriğiydi. “Bak TSK’ya sızıyor” diyenler, aslında, TSK’yı sızılacak, sızılmaması gereken, kendilerinin sızdığı ve başka kimsenin sızmaması gereken bir kurum olarak konumlamış oluyorlar. Tam da Cemaatin yaptığı gibi… Cemaat de TSK’yı, birilerinin sızıp ele geçirdiği bir kurum olarak gördü ve TSK’ya sızdığını düşündükleri unsurları hiçbir ahlaki prensibe riayet etmeden —Ergenekonlarda, Balyozlarda delil imal ederek— bertaraf etmeye çalıştı.
Dönüp dolaşıp aynı şeyleri söylüyorum: Eğer zihninizin arkasında bir mutlak hakikatin mevcut olduğu varsayımı varsa, o mutlak hakikatin sizin hakikatiniz olduğu safhasına kolaylıkla geçersiniz. O mutlak hakikatin Aydınlanma aklından veya dinin bir yorumundan neşet etmiş olması çok fark etmez, tastamam aynı şeyleri yaparsınız. Tarih de sizin yapıp ettiklerinizden zuhur eder.
Görünen o ki, Türkiye tecrübesinden görünen o ki, Japonya tecrübesinden görünen o ki, insanlar mutlak bir hakikatin mevcut olduğuna da, o mutlak hakikatin kendileri tarafından erişilebilir olduğuna da kolaylıkla inanabiliyorlar. Aydınlanma aklı bu inancı frenleyecek bir mekanizmaya zaten sahip değil ama dinler, müminleri kendilerini sınırlamaya bir biçimde zorlayan nasihatleri ihtiva ediyorlar, yine de —görünen o ki— dinlerin bu nasihatlerinin mevcudiyetine fazla güvenmemek gerekiyor. Herkesi başkalarıyla sınırlamak gerekiyor, aksi halde…
Aum. Veya Cemaat. Veya…
28 Şubat. Veya Erdoğan.
***
Başa döneyim.
Cemaat (veya Aum), özleri kötü olduğu için kötülük yapmış değiller. Aum için konuşamam ama Cemaat için şunu emniyetle söyleyebilirim ki, eğer mevcudiyeti sosyal dokunun doğal bir tezahürü olarak algılansaydı, toplumla irtibatı baştan kesilmiş bir devlet tarafından manipülatif amaçlarla gündeme getirilip gündemden düşürülen bir özne olarak kullanılmasaydı, şimdi olduğu şey olmayacaktı. Kendisini topluma dışarıdan —ve elbette yukarıdan— bakan bir hekim gibi konumlandıran, her gözlediği semptomu bir hastalık olarak teşhis eden, her hastalık için cebinde bir reçete —genellikle de aynı reçete, yani zorbalık— olan bir bağımsız özne olarak devlet, Aydınlanma aklının bir tezahürüdür. Böyle bir devlet, kayırdığı ve kayırdığı için devşirdiği sivil unsurlarla birlikte, toplumun kendi bağışıklık sisteminin kolaylıkla baş edebileceği, baş ederken de olgunlaşabileceği imkânları imha eder.
Mesele, örgütlenme tarzında…