Avrupa, Duy Sesimizi
Herhalde 20 yaşında yoktum, staj yaptığım fabrikada işçinin birinin yemek kuyruğunda “ah ulan Atatürk” diye iç geçirip, “niye kurtardın memleketi” diye sitem ettiğine şahit olduğumda… Çok şaşırmıştım ve şaşkınlığım bakışlarımdan belli olmuştu ki, “şimdi sterlinle maaş alıyor olacaktık” diye açıkladı.
Çok şaşırmıştım ve şaşkınlığımın sebebi aşikârdı. Memlekette bütün kesimler tarafından paylaşıldığını zannettiğim değerlerin hiç de öyle olmadıklarını on yıla yakın süredir öğrenip duruyordum ama Milli Mücadeleye de itiraz edilebileceğine hiç rastlamamıştım. İnsanoğlu her defasında benim tahmin ettiğimden daha çeşitli olduğunu ispatlamıştı ama şahit olduğum her yeni çeşit, beni şaşırtmayı da sürdürüyordu.
Adam herhalde biliyordu, eğer Milli Mücadele olmasaydı, tarihte herhangi bir şey olduğu gibi olmasaydı, galip ihtimal, kendisi de olmayacaktı, dünyaya gelmemiş olacaktı.
Demek istiyordu ki herhalde, onun yerine biri olacaktı ve… O biri —Milli Mücadele başarılamadığında Türkiye İngiliz müstemlekesi olacaktı olduğundan— sterlinle maaş alıyor olacaktı. Yani? Yani zengin olacaktı. Bütün İngiliz müstemlekeleri, o müstemlekelerin yerli ahalisi fena halde zengindi ya…
Değildi, biliyorsunuz. Herhalde o da biliyordu. Ee? Herhalde demek istiyordu ki, Avrupalılar akıllı insanlar ve akla uygun düzenler kurup zenginlik ürettiler, ama o müstemleke ahalileri Avrupa’ya direnip duran ahmaklar olduklarından bir türlü zenginlikten hisse alamadılar. Ama kendisi öyle değildi…
Siz de değilsinizdir muhtemelen. Şöyle Avrupai bir düzeni olsa bu memleketin, refah üretimine ne biçim katkı sağlar, meşru yollardan nasıl payınızı alır, müreffeh yaşardınız…
***
Aradan yıllar geçti. Bir ara yıllarca Civilization oynadım. Oyunda devasa, zengin ve güçlü imparatorluklar kurdum. Geri kalmış, ilkel küçük devletlere savaş açtım. Savaşmadan teslim olsalar ölmeyecekler, kısa süre içinde beldeleri mamur olacak, kendileri zengin olacaktı. Ama derme çatma silahlarıyla direndiler. Sıklıkla staj yaptığım sırada tanıdığım o işçiyi hatırladım.
Civilization neticede bir bilgisayar oyunuydu ama… Gerçeklik çok da farklı seyretmiyordu. Süleyman Viyana’yı kuşattığında, Roma’nın yıkılışından beri —bin yılı aşkın süredir— belini doğrultamamış Avrupa’nın kısa süre içinde dünya hâkimi olacağına dair bir işaret ufukta görünmüyordu. Viyana’yı zengin ve güçlü Osmanlılara karşı müdafaa edenler sadece tuzu kuru iktidar sahipleri de değildi. Avrupa’nın dört bir yanında Viyana düşmesin diye dua edenler, yoksul Avrupalılardı.
Sonra roller değiştiğinde de, Anadolu’da direnenler sadece İmparatorluğu Cihan Harbinde telef eden Harbiye mezunları olmadı. Onlardan nefret eden sıradan insanlar da direndiler.
Her iki vakada da, elbette, sıradan yoksul insanları harekete geçirip örgütleyenler kudret sahibi seçkinlerdi. Hep öyle olur. Şimdi bizi örgütleyip harekete geçirenler de bizim içimizden çıkmış kudret sahipleri… Biz derken yani, bizden, hepimizden söz ediyorum.
***
Aradan yıllar geçti. 28 Şubat marifetiyle ummadıkları ikbal burçlarına konan Yılmaz ve Cindoruk, memlekete AB üyeliği pazarlamaya giriştiler bir ara. Bir TV programında Yılmaz, AB’nin bir medeniyet projesi olduğunu söyledikten sonra, AB’ye girip medenileşeceğimizi söyledi. Yani Başbakanı olduğu toplum, ona göre, medeni bir toplum değildi. Avrupa marifetiyle medenileşecekti.
Cindoruk Yılmaz kadar kof biri olmadığından, öyle düşünse de söylememesi gerektiğini bilirdi. O, başka bir TV programında, meseleyi şöyle ortaya koydu: Avrupa bir yığın mevzuat üretmişti ve hepsi de doğru idi —Avrupa yaptığına göre… Aynı mevzuatı üretmek için vakit kaybetmeye lüzum yoktu, Cindoruk AB’ye girmeyi bu yüzden önemsiyordu. Alıverecektik Avrupa’nın mevzuatını… Hoop!
O günlerde yazmıştım, mademki herkesi zengin ve güçlü yapacak bir mevzuat bu AB müktesebatı, AB’ye girmeden de kopyalarsın, neden bekliyorsun? İlaveten, sen ne iş yaparsın? Milletvekilliği… Yani yasamanın bir parçasısın. O mevzuatı üretmek senin işin. Eğer öyle ithal edilivermekle oluyorsa, yasama organına filan ne lüzum var? Kurarız Meclis yerine bir tercüme bürosu, AB mevzuatını güncel olarak tercüme eder…
Neyse, 28 Şubat’a dair herhangi bir şeyin ciddiye alınmasının manası yok. Tıpkı şimdiki işler gibi… Zikrediyorsam, Yılmaz ve Cindoruk gibi adamların ettikleri lafların arkasında, staj yaptığım fabrikada Atatürk’e sitem eden işçinin zihinsel kodunun yattığına işaret etmek için. Toplumların hepsinin aynı yere varacağı, hepsinin aynı yere varmak için yarıştığı, Avrupalıların önce vardığı, onların reçeteleri tatbik edilirse hepsinin başaracağı, gibi zımni kabuller var yaygın bir biçimde paylaşılan.
Birisi, ikisi değil, hepsi zırva. Gel gör ki İzmirli bir işçiden Başbakan edilmiş adama kadar herkes dünyayı o kabullerle görüyor.
***
Fareler birer kafese kapatılır. Aç bırakılır. Kafesin içinde bir manivela vardır. Fare onu harekete geçirince, bir miktar mama düşer kafesin içinde. Önce açlıktan çaresizlik içinde dönenip dururken tesadüfen fark eder fare bunu. Sonra zamanla tekrarlanınca öğrenir ki, manivelayı harekete geçirmek, mama demektir. Derken kafes karartılır. Fare acıkınca manivelayı harekete geçirir ama mama gelmez. Sonra kafes aydınlatılır ve manivela yine çalışmaya başlar. Fare öğrenir ki, manivela mama demektir ama ancak aydınlıkta…
Sonra kafes karanlıkken ve fare acıkmışken, kafese biraz mama bırakılır. Fare onu yerken kafes aydınlatılır. Ne olur tahmin edebilir misiniz? Fare avanta mamayı bırakır, manivelaya koşar. Kediler dışında bu deneyin tekrarlandığı bütün hayvanlar öyle yapar. Avanta mama yerine, kendi çabamızla elde ettiğimizi tercih ederiz.
Yani?
Yani bütün toplumların bir formül aradığı ve Avrupalıların onu bulduğu, onu ithal etmekle her bir şeyin yoluna gireceği zannı, tamamen manasız bir kavram haritasına yaslanan tamamen manasız bir varsayım. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bir varsayım. Ama eğer doğru olsaydı bile, biz o formülü kendimiz bulmak isterdik.
Milli Mücadeleciler, Avrupa’nın evrensel bir formül, nereye tatbik etsen orayı ihya edecek bir formül bulduğundan şüphe edecek adamlar değillerdi. Ama Avrupalıların gelip bizi Avrupalılaştırmasını değil, bizim kendi irademizle, kendi kendimize Avrupalılaşmamızı tercih ettiler. Bu nüans için can verdiler, kan döktüler.
Böyle olur bu işler. O sayede tarih diye bir şey olur. Kültürler, medeniyetler, o sayede çeşitlenir.
Çeşitlenme, tabiatın kanunu…
Viyana düşmesin diye çaresizlik içinde dua eden Avrupalıların torunları, dünya hâkimi oldular. Bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir sıçramayı, bir formülü bulmuş olmakla açıkladılar. Sonra da o formülün ne olduğuna kafa yordular uzun süre. Yani ancak onlarda mevcut olan bir şey olmalıydı ki bu kadar kısa sürede bu kadar başarı getirmiş olsun. Ama onun ne olduğu da hiç belli değildi.
Hâlâ da değil.
Hani körlerin fili tarif etmesi gibi, herkes bir şey söylüyor. Yılmaz bir şey, Cindoruk başka şey, Kemal bir şey İsmet başka şey söylüyor. Weber’e sorsanız başka, Hegel’e sorsanız başka, Nietzche’ye sorsanız bambaşka cevap alıyorsunuz. Kimsenin tereddüt etmediği husus, Avrupa’nın bir formül bulduğu… Daha doğrusu, Avrupa’nın özünde, başarılı olmayı kader haline getiren bir şeyin mevcut olduğu… Avrupalılardan çok Avrupalı olmayanlar inandılar bu masala ve Avrupalılaşmaya çabaladılar. Lakin Mısırlıların Avrupalılaşması İranlılarınkinden, Ruslarınki Japonlarınkinden farklı oldu.
Çünkü çeşitlenme tabiatın kanunu…
***
Almanya’da Açıköğretimi kuran Tahir Özgü anlatmıştı, Alamancı Türkler kendisine gelip “bizim oğlan Almanlaşıyor” diye yakınırlarmış. O da sorarmış “yani her sabah duş alıyor, dişlerini fırçalıyor, işine gidiyor, çalışıyor filan, öyle mi” diye, tecahül-ü arifane… Karşısındaki şaşkınlıkla “yok ya” dermiş, “her gece çıkıyor, bira içip sarhoş oluyor, eve geliyor kız kardeşini, annesini dövüyor, filan”. Tahir bey “yahu desene senin oğlan Almanlaşmıyor, serserileşiyor” diye cevaplarmış muhatabını.
Türkiye’de herkes Avrupa’ya gıptayla baktı. Ama bir kesim “Avrupa’nın tekniğini alıp fikriyatından uzak durmak” formülünü üretirken, öteki “Avrupa’nın fikriyatını alırsak zaten tekniği üretme kabiliyeti de paketin içinden çıkacak” diye baktı. Acıklı yanı, her iki kesim için de fikriyat, hayat tarzından ibaretti.
Birinci kesim için Avrupa, teknik demekti. Fikriyatı sayesinde değil, tekniği bulduğu için zengin ve güçlü olmuştu. Yoksa bizim fikriyatımız daha iyiydi… Avrupa da zaten bunun farkındaydı, bizim kendi fikriyatımızı Avrupa tekniğiyle destekledik miydi Avrupa’nın şansı kalmayacaktı. Tuş olacaktı. Bunu bildiğinden, bize ısrarla kendi fikriyatını empoze etmeye çalışıyordu. Bizim içimizdeki işbirlikçileri vasıtasıyla…
Bu iki ana damar, yüz elli yıl kadar önce birbirlerinden ayrıldıklarından beri, bir yığın tali damara ayrıldılar ve çeşitlendiler. Çeşitleniyorlar. Dallanmaların mevcut topografyasını çıkarabilecek kadar malumatım yok.
***
16 Nisan’da bir referandumumuz olacak —şimdilik öyle görünüyor en azından. Referandumun baş aktörünün kim olacağı belli değildi. Avrupa —bildiğiniz gibi— bu vazifeye talip oldu. Ahaliye referanduma dair söyleyecek bir sözü olmayan Erdoğan ve AKP’si de bu fırsatın üzerine atladı.
Diyeceğim de…
Pek öyle de görünmüyor. Evet, bakanların biri refüze olunca öteki zorluyor filan ama öyle bir “hah, bir düşman bulduk” havası da yok. Bir seferberlik havası yok yani. Bir tuhaf hal var —daha öncekilerden farklı bir hal. Daha önce bir öcü bulundu muydu, öyle üst üste refüze olmaya yol açacak işler yapılmazdı, öcü flulaştırılır, öcüleştirilir, bütün mermiler karanlığa emniyetle sıkılırdı. Mantıklısı da oydu zaten, öcü ne kadar belirsizse o kadar işe yarar ve mağduriyet refüze olmazsanız işe yarar.
Bu defa işler tuhaf. Bilmiyorum neden?
Yukarıda sözünü ettiğim iki ana damardan “Avrupa’nın tekniğini alalım, fikriyatı kalsın” diyenlerin arasında “Avrupa’yla gerginlik filan tamam ama kavgada yokuz” diyen kesim bir yekûn tutuyor ve bunun da farkında olabilirler mi? Zannetmem. Yani onlar bir yekûn tutuyor olabilir ama hassas bir biçimde ölçülebildiğini zannetmem.
Avrupa büyük gelmiş olabilir mi? Yani üstüne gidilirse krizin kontrollü bir kriz olmaktan çıkacağından korkuluyor olabilir mi? Mesela çok yıkıcı iktisadi neticeleri olabileceğinden endişe ediliyor olabilir mi? Malum, Avrupa’daki mutedil iktidarlar da marjlardan gelen baskı altındalar, bu şartlar altında Avrupa’daki Türk ve İslam düşmanlığının patlayıcı etkileri olabileceği hesaba katılıyor olabilir mi? Olabilir.
Avrupa küçük gelmiş olabilir mi? Yani bugüne kadar imal edilen şeytanlarla mukayese edildiğinde, onlar kadar büyük bir şeytan olarak tarif edilmesinin yolu bulunamamış olabilir mi? Avrupa’nın belirsizleştirilmesi becerilememiş olabilir mi? İlk defa bu kadar müşahhas, tanınan, bilinen bir öcü ile karşılaşıldığı için olabilir mi şahit olduğumuz tuhaflıklar? Olabilir.
Bir vakitler tribünlerde sıklıkla yankılanan “Avrupa, Avrupa duy sesimizi” tezahüratı, bizim —yani hemen bütün kesimlerimizin— Avrupa ile ikircikli ruh halinin herhalde en güzel tezahürü idi. Nefret ettiğimiz ama bize bir “aferin” dese gözümüz açık gitmeyecek bir özne, Avrupa. Demiyor. Demedikçe de bizim nefretimiz ve aferin alma ihtiyacımız büyüyor. Bizim ve bizim gibi olan diğer medeniyetlerin… Avrupa da zaten bu sayede Avrupa oluyor. Bu ikircikli ruh hali felç etmiş olabilir mi AKP’yi ve Erdoğan’ı? Olabilir.
Sebep ne olursa olsun, ortada bir tuhaflık var.
Yaşanan süreç içinde terazinin evet ve hayır kefelerine ne kadar ağırlıklar eklendi, bilemiyorum. Referandumun zaten kaygan olan zemini, bence iyice kayganlaştı.
Ama —belki de daha mühim— bir yanı daha var bu sürecin. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinin iç politik dengelerinde zeminlerin eğimi değişti. Zaten bir vakittir mevzi kazanmakta olan sağcı ve izolasyonist eğilimler, bir süredir neredeyse biricik dış politika malzemesi halini alan İslam’ın müşahhas temsilcisi Türkiye’ye hassas olunan bir dönemde, müthiş bir enerji kazanmış oldu. Neticeten… Avrupa’nın gri alanları hızla daralıyor.
Canikli bir defa daha haklı: Avrupa’nın sonu yakın. Türkiye intihar ederken, ümitsiz bir aşkla bağlı olduğu Avrupa’sını da yanında götürüyor.