Aydınlanmacı İslamcılar

Toffler’dan ihamla defalarca söyledim. Okul size/bize, müfredatta yer alan şeyleri öğretmez/öğretemez. Ortalama bir lise mezunu, bin saatte yakın İngilizce dersi alır mesela. Büyük çoğunluğu “yes dis iz a pensil” demekten fazlasını beceremez. Bu hal, ilaveten, Türkiye okullarının pespayeliğinden filan da kaynaklanmaz —zaten Türkiye okulları dünya genelinden daha pespaye değil.

Yabancı dil öğrenmek, o kadar da zor bir şey değil hâlbuki. Trabzon’daki ve Alanya’daki esnaf çocuklar, çoğuna okulun “bu bir şey öğrenemez” etiketini erken yaşta yapıştırdığı çocuklar, Rusçayı, çok daha kısa süre içinde öğrendiler.

Rusçayı öğrenmek?

Yani mesela Tolstoy’u ana dilinden okuyabilecek gibi mi? Eh, elbette değil. Ama zaten iyi derecede İngilizce bildiğini iddia eden, iyi derecede İngilizce bildiği varsayılan ODTÜ mezunlarının kahir ekseriyeti de benzer bir performansı İngilizce edebi metinler için sergileyemiyor.

Okul, bir müfredatta yer alan bilgileri öğrenmek için, muhtemelen en berbat teknolojilerden biri. Ama okulda müfredatta hiç yeri olmayan bir yığın başka şeyi öğreniriz. Mesela zil çalınca hep birlikte dersliğe girmeyi, zil çalınca hep birlikte çıkmayı… Yani, biyolojik ve evrensel ritimlere hiç uymayan sentetik ritimleri yadırgamamayı öğreniriz. Sonra mesela, üniformalarımız içinde, rahatsız sıralarda yan yana oturarak, birbirimize benzemeyi —böylelikle de birbirimizin yerini tutmayı— öğreniriz.

Daha birçok benzer şey…

Sanayi işçisi olmak için, sanayi toplumunun bir ferdi olmak için lazım gelenleri, okulda öğreniriz. Hiçbir kitapta yazmayan, hiçbir öğretmenin bize anlatmadığı şeyleri öğrenir ve… Hiç unutmayız. Ders kitaplarında yazılanları ve öğretmenlerin anlattıklarını ise, genellikle, ilgili imtihandan hemen sonra unuturuz.

***

Aydınlanmacılarla anlaşmakta en çok müşkülat çektiğim husus, yukarıda ifade ettiğime benzer hallerden kaynaklanıyor. Okulun müfredatı öğrenciye aktarma aracı olduğunu varsayıyorlar ya… Okul onu öğretmeli, başka hiçbir şey de öğretmemeli. Sonra ders kitaplarında anlatılanın öğrenildiğini, ders kitaplarında yeri olmayanın da okulda edinilmediğini varsayarak yola devam ediyorlar. Gerçeklik öyle değil ve bir adımda değilse bir sonraki adımda suratlarına çarpıyor.

“Kim yaptı bunu” diye etraflarına bakınıyorlar.

Eh, her türlü fenalığın kendisinden neşet ettiği şeytani özneler hususunda bir kıtlık yok. Emperyalistler yapmıştır, faşistler yapmıştır, dinciler yapmıştır —şimdilerde küreselciler yapıyordur.

Tekrarlayayım: Okulda, okulun kastıymış gibi görünen şeylerin hemen hiçbirini edinmeyiz. Okulda onların bir bölümünü edinsek, onları da ders kitaplarından, öğretmenlerimizden değil, genellikle kantinde arkadaşlarımızdan filan ediniriz —okulun bizi akranlarımızla bir araya getirmek gibi bir teknolojik özelliği var ve insanlar öğrendiklerinin kahir ekseriyetini akranlarından öğrenir. Okulda okulun kastıymış gibi görünenleri edinemeyiz ama okulun kastı olduğuna dair herhangi bir yerde herhangi bir işaret olmayan yığınla şey ediniriz. Okul olmasaydı, okula gitmeseydik asla edinemeyecekti olduğumuz bir yığın şeyi.

Mesela bilginin tuğlalar gibi bloklara ayrılıp, sonra o tuğlaların üst üste, yan yana dizilmesiyle duvar örülür gibi bütün bilginin inşa edilebileceği varsayımı hiçbir kitapta yazmaz. Ama müfredat o varsayımla inşa edilmiştir ve biz müfredatı öğrenemesek de, arkasındaki varsayımı öğreniriz.

Bu sayede —aynı tornadan çıkmış olduklarından— sosyalist, İslamcı, Türkçü, Kürtçü, hepsi birbirini andıran programlarla gelir karşınıza. Farklı malzemelerden mamul olsalar da, biçimleri birbirinin aynı şeyler gibi… Aynı biçime sahip olan bakır bir kâse, altın bir kâse ve cam bir kâse, gerçekliğin muhtelif darbeleri karşısında aynı reaksiyonu gösteremeyebilir. Ama rafa dizildiklerinde, hepsi aynı yeri işgal eder. İstiflenmeye geldiklerinde, hepsi aynıdır yani.

***

Kızıma öğrenciyken bir proje verdiler. İçinden bir dere geçen geniş bir alanda bir konut projesi. Aynı alanda lüks konutlar ve ucuz toplu konutlar olacak, geniş ortak mekânlarda varlıklı Türkler ile yoksul Türkler birbirlerine temas edecek, böylelikle sosyal barış…

Filan.

“İyi de” dedim, “bu projeyi gerçekleştirseniz, o lüks konutları varlıklı insanlara satamazsınız ki…” Satamazsınız. Satamayacağınız için de fiyatları düşürmek zorunda kalırsınız. Fiyatları düşürünce de birbirlerinden o kadar da farklı olmayan insanlar bir araya gelmiş olur. Satamazsınız, çünkü kimse konut almaz, komşu alır. Adam parayı yapmış, bütün derdi yoksullardan uzaklaşmak. Mümkünse onları hiç görmemek.

Neyse…

Hoş bir şey mi bu tutum? Hoş veya değil, böyle. Beğenmiyorsanız, ayıplıyorsanız bu tutumu, siz ne demeye hep size benzeyenlerle bir arada olmaya çalışıyorsunuz? Tarih boyunca insanoğlu hep böyle davrandı. Hep böyle davranan insanoğlu, iyi kötü, barış içinde yaşıyor. Giderek daha barış içinde… Şehirlerde onları yan yana getirip barıştırmaya çalışan mimarlar olmadan da… İstanbul’da Rum mahalleleri, Yahudi mahalleleri, Müslüman mahalleleri vardı, yüzlerce yıl öyle herkes kendi mahallesinde yaşadı. Onları barıştırmaya çalışanlar yokken, barış içinde yaşadılar. Sonra birileri… Biliyorsunuz işte…

Ama —yukarıda da dedim— Aydınlanmacı akıllara göre, eğer kendileri barış inşa etmemişse, barış yoktur. Kendileri inşa amacıyla müdahale etmiş de barış bozulmuşsa? Ah o emperyalistler…

Dünya öyle değil. Dünyada, müellifi olmayan bir yığın şey var. Aslında dünyada kayda değer şeylerin kahir ekseriyetinin müellifi yok. Sizin mesela, müellifiniz yok. İçine doğduğunuz, içinde büyüdüğünüz çevrede bir şey oldunuz. Siz doğmadan hemen önce aileniz başka bir şehre taşınmak zorunda kalsaydı, başka okullara gidip başka arkadaşlar edinmiş olsaydınız… Bambaşka biri olacaktınız. Anneniz düşük yapmasaydı da sizden küçük veya büyük bir kardeşiniz daha olsaydı…

Sizin müellifiniz yok. Konuştuğunuz, kendinizi ifade ettiğiniz, kendisiyle düşündüğünüz lisanın müellifi yok. Şehirlerin müellifi yok.

Aydınlanmacılar da zaten, sizi, lisanınızı, şehirleri beğenmiyorlar. Ellerinden gelse, hepsini şöyle dört başı mamur bir biçimde, en baştan… Siz de öyle hissediyorsunuz muhtemelen.

***

İslamcılar da sizin gibi.

Her biri Aydınlanmacı yani. Başka şansları yoktu. Okullara gittiler ve malzemeleri her neyse, ondan bir kâse yapıldı. Biçimi diğerleri ile aynı. Rafta aynı yeri kaplıyor.

Yukarıda dedim, okul bize, birbirimizin yerini tutmayı öğretir. Herkesin bir diğerinin yerini tutacağı, böylelikle de birinin başına bir iş geldiğinde diğeri ile ikame edilebileceği bir düzene, sanayi düzenine, fabrikaya göre biçimlendirir. İslam’a göre ise, her insan başlı başına bir âlemdir. Herkes özeldir. Siz memleketimin İslamcılarından böyle bir vaat duydunuz mu? Hem de hangi tarihte? İnsanların birbirlerine benzemesinin, herkesin bir diğerini ikame etmesinin artık iktisadi olarak da hiçbir manası kalmayan bir dönemde, herkesin özel olması gerektiği söylenen bir dönemde… Herkesin özel olması gerektiği hissediliyor da, bu hissin içi doldurulamıyor, işte orasına burasına piercing yaptırarak, görünümüyle oynayarak farklı olmaya çalışıyor biçare gençler. Tam da İslam’ın sahasına düşmüş top, öyle değil mi? Ama ortada Müslüman yok, İslamcılar kol geziyor.

(Yeri gelmişken, Cemaat’in boşalttığı yeri doldurup AKP’ye koltuk değneği olanlar talep etmiş de AKP İslamcılarla arasına mesafe koyacakmış, kıyamet bu yüzden kopmuşmuş. İslamcıları İslamcılara tasfiye ettirecekler yani. Uy anam, ne akıllar!)

İslam, sadece insana saygıdan ibaret de değil, hayata saygı da merkezi bir yer tutuyor. Müslümanı Aydınlanmacıdan ayırmak için en çok işime yarayan cetvel, memnuniyet cetveliydi. Müslüman hayatı bir lütuf olarak görüyor, kendisine bahşedileni minnetle sahipleniyordu. Beğenilmeyecek yerlerini bile beğeniyor, düzeltilebilecek yerlerine bile müdahil olmaya ayak diriyordu. Aydınlanmacı ise hayatı bir ceza olarak görüyor, ancak kafayı çekince ona katlanabiliyor, beğenilecek yerlerini bile beğenmiyor, kendisi düzeltmedikçe her şeyde bir kusur bulmakta inat ediyordu.

Bakın şimdinin İslamcılarına, Müslümana benziyorlar mı? Hayatla ilişkilerine bakın, Müslümanın hayatla ilişkisine benziyor mu?

Tam da ne vakit oldu bu değişim —Müslümanların kahir ekseriyeti ne vakit İslamcılara dönüştü/dönüştürüldü? İnsanlık kendiliğinden düzenin idrakine varıp, aslında o düzenden, o düzenin yarattığı çeşitlilikten haz duymaya başladığı zaman. Top tam İslam’ın sahasına düştüğünde yani…

***

Okul —yukarıda dedim— sınai mantıkla örgütlenmiş bir dünya için insan yetiştirir. Müfredat değil, metot değiştirir ve biçimlendirir bizi. Okulun şöyle de bir biçimlendirmesi var: 16 Nisan’da referandum vardı ya hani, o, okullu çocuklar için bir nevi vizeydi. İki ay hazırlandılar, 49 aldılar. İmtihan bitti. Şimdi finallere kadar siyaset lazım değil. Sandık ufukta görününce başlayacaklar yine ağlaşmaya. Kampa girecekler. 51 alma ümidiyle…

Seviyorum bu akılları, ne diyeyim.

***

Uzun süredir, bir faz değişim safhasında olduğumuzu söyleyip duruyorum. Aslında sosyolojik olarak faz değişimi çoktan tamamlandı. Artık dünyada kimseleri birbirinin ikamesi olmaya razı etmek o kadar kolay değil mesela —biz yetişirken razı etmek lazım bile değildi, en şerefli varoluş oydu. Artık cinsiyet rolleri kırk yıl önceki gibi değil. Babalar o babalar, anneler o anneler değil. Çocuklarıyla ilişkileri, Gümüşhane’de, Bayburt’ta bile iki nesil önceki gibi değil. Zaten çocuklar da o çocuklar değil. Okullar artık bizim okullarımız gibi değil. Biz çocukken, sıradan devlet okulları bile evlerimizden daha zengin, daha çeşitli yaşantılar sunan mekânlardı. Bugün en pahalı özel okullar bile sıradan evlerden daha yoksul, daha sıkıcı.

Sosyolojik olarak bambaşka bir dünyada yaşıyoruz ve fakat kurumlarımız uyum sağlayamadı —çatırdıyorlar. İslam’ın söz söyleyebileceği bir safhada, İslam kendilerinden sorulsun isteyen bir Aydınlanmacı çete, çatırdayan kurumları, yüzlerce yıl önce çatırdayıp dağılmış olanların taklitleriyle değiştirmeye çalışıyor.

Kolay gelsin, ne diyeyim.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin