Bakü’de Türk Dizileri
Yedi, sekiz yıl önceydi, Bakü’de bir akşam yemeğindeydik. Birkaç gündür birlikte çalıştığımız birkaç Azerbaycanlı rektörün eşleri de bize katılmışlardı. Hanımlarla anlaşmak, rektör eşleriyle anlaşmaktan kolaydı, Türkiye Türkçesiyle konuşuyorlardı neredeyse. Nedenmiş? Çünkü hanımlar Türk dizilerini seyrediyorlarmış. Çok geçmeden öğrendik ki, Azerbaycan devleti, Türk dizilerinin Azerbaycan Türkçesini deforme ediyor olmasından rahatsızmış. Ve galiba dublajsız yayınlanmasını da yasaklamışlar. Ama işte engelleyemiyorsunuz. Teknoloji…
Sıklıkla haber oluyordu, şurada burada Türk dizilerinin sebep olduğu huzursuzluklar. Son zamanlarda pek işitmiyorum. Bilmem artık haber mi olmuyor, oluyor da ben mi işitmiyorum. Belki de Türk dizileri eskisi kadar ihraç edilmiyordur. Kim ne yapsın, Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına kültürel tecavüz kastıyla yapılmış Diriliş Ertuğrul’u, Abdülhamid’i filan!
Biz çocukken de diziler rahatsızlık, huzursuzluk kaynağıydı. Ama başka yerlerde Türk dizilerinden değil, Türkiye’de Amerikan dizilerinden şikâyet edilirdi. Herkes seyreder ama herkes de şikâyet ederdi. Türkiye’de Amerikan tarz-ı hayatını empoze etme aracı oldukları gerekçesiyle… Yani Amerikanlaşma, küreselleşme derken kastedilen iblisin bir marifeti değil, ondan çok önce de vardı. Netice itibariyle, bütün dünyaya otomobil satmaya başlamadan çok önce “işlenmiş sembol” satmaya başlanmıştı. Sinema filmleri, romanlar ve… Belki de hepsinden önce ve hepsinden yaygın olarak müzik…
Küreselleşme, demek ki, dandik olmayan televizyon dizileri üretebiliyorsanız, pekâlâ sizin lehinize de “işleyen” bir şey. Burada yapıyor, bütün dünyada satıyorsunuz. Sadece dizi satışından doğrudan kazandıklarınızla da kalmıyorsunuz, Sırbistan’da Türk malı mobilya pazarı bile genişleyebiliyor bu yüzden. Ve dünyanın muhtelif yerlerinde, sizin dizilerinizin aniden yaygınlaşması karşısında, “Türkiye’nin yumuşak gücü” filan diye analizler yapılıyor. Zarar gördüğünü düşünen muhtelif ülkeler tedbirler almaya çalışıyor filan da, mesela küreselleşme marifetiyle size taarruz ettiğini iddia ettiğiniz odaklar, Türkiye’nin dizi sektörünü boğazlamak için projeler filan geliştirmek nerede, size iltifatlar ediyor. Başarınızı alkışlıyor.
Esasen gördük ki, memleketin yumuşak gücünü tahrip etmek için küreselcilere ihtiyaç yokmuş. Başkalarının yapabileceğinden çok daha fazlasını Erdoğan ve çetesi, bihakkın yapabilirmiş.
İmdi…
Türkiye’de Kıvanç Tatlıtuğlu diziler yapanların herhangi birinin, “dizi yapalım, Araplara satalım, ahlaklarını bozalım, petrollerini ucuza kapatalım” filan gibi akıllar yürütmediklerini söylemek gerekiyor mu? Kimsenin Arapları Türkleştirmek filan gibi bir derdi yok. Ama “bazı” Araplar, artık ne manadaysa, “Türkleşiyorlar”. Yani? Yani hayat tarzlarında, özlemlerinde, tercihlerinde, eskisine kıyasla bazı sapmalar meydana geliyor. Kimse o sapmaları kastetmediği halde…
Küreselleşme denen musibet ile “Amerikanlaşma” arasında da işte böyle bir korelasyon var. Türkiye’den bakınca Amerikanlaştığı söylenebilecek olan —anladığım kadarıyla “tost dansı”nın mucidi— Didem Soydan mesela, hiç şüpheniz olmasın ki, Arabistan’da Türkleştiği söylenen Arap kadınları ne kadar Türkleşmiş ise o kadar Amerikanlaşmış.
***
E peki, mesela Cargill’i ne edeceğiz?
Mısır şurubundan üretilmiş şeker, anladığım kadarıyla, sağlıksız bir şey. Yine de, dev bir Amerikan firması tarafından bütün dünyaya empoze edilip duruyor. Bu da küreselleşme değil mi?
Değil.
Bir defa bu tür suiistimaller yeni bir şey değil. Babilli bir metal ustasının, kendisine gönderilen bakırın siparişlerde belirtilen standartlara uymadığından şikâyet etmesinin üzerinden neredeyse 3800 yıl geçmiş (http://www.gazetevatan.com/iste-tarihteki-ilk-tuketici-sikayeti–928546-dunya/). Kaldı ki bu tür suiistimaller tek yönlü de değil, Alman otomobil üreticileri, ABD pazarına dizel araçlarını sokmak için emisyon ölçümlerini dolandıralı çok olmadı. Birileri de birkaç hafta önce bize şarbonlu etleri kakaladı mesela. Bizim de dünyanın dört bir yanına uygun olmayan tarım ürünleri kakalamaya çalışma sicilimiz çok kabarık.
Cargill berbat bir vaka. Ama küreselleşmeyle alakası yok. Bana kalırsa, hâlâ küreselleşememiş olmamızla var. Cargill sadece Türkiye’yi tehdit etmiyor, dünyanın dört bir yanında Cargill yüzünden ticari olarak mağdur olan birçok firma ve ülke var. Tüketici sağlığı açısından mağdur olan yüz milyonlar… Küreselleşme, bütün bu mağdurların sınıraşırı örgütlenebilmesi ve Cargill’i püskürtmesi için lazım gelen teknik ve kavramsal altyapıyı ikmal etti. Ama “sınırların içinde”ki engelleri, devletleri aşmakta müşkülat var.
***
Meselemiz küreselleşme değil, küreselleşememe. Yani küreselleşme yolunda henüz ilk konaklarda olmamız. Sanayi devrimi muazzam insani ve sosyolojik trajediler pahasına yol aldı. Onun ilk konaklarında da, pekâlâ sanayileşmeye fatura edilebilecek —ve edilmiş— bir yığın sıkıntı yaşandı. Hâlbuki sıkıntılar sanayileşmeden kaynaklanmıyordu, farklı sosyal kesimlerin uyum sürecinde farklı viteslerde olmasından kaynaklanıyordu. Şimdi de benzer bir hal yaşıyoruz. Üç farklı sosyoloji zuhur etti ve bu sosyolojilerin vites farklarından kaynaklanan yığınla gerilim.
Hem bu üç sosyolojinin neler olduğuna ve hem de bu gerilimlerin nereye evrilebileceğine dair düşündüklerimi paylaşacağım. Şimdilik televizyon dizilerine dönerek bitireyim. Normal bir devlet aklı, 90’larda üniversitelerde birden patlayan Sinema-Televizyon bölümlerinin mezunlarının çaresizliğinden doğan dizi sektörü hiç hesapta olmayan malum performansı sergilediğinde, mesela Asmalı Konak dizisi Kapadokya’ya turist akını başlattığında, bundan nasıl faydalanacağını düşünürdü. Erdoğan’ın devleti, diğer hususlarda olduğu gibi, nasıl yağmalayacağını düşündü.
Sonra küreselleşmeymiş de, bize taarruz ediyorlarmış da, önümüzü kesmeye karar vermişlermiş de…